Yaşam ve Ölüm Arasında İki Kadın: Sylvia ve Virginia

Onlar farklı zamanlarda, farklı kelimelerle, imgelerle aynı ya da benzer kavramları ve sorunları irdelerdiler. Onların gerek kendi iç dünyalarına, gerekse dışarıda dönüp durdukça içine bir türlü giremedikleri can yakan bu dünyaya sesleniş biçimleri de birbirine yakındı. Ne içinde ne de dışında oldukları dünyalarına başkaldırışları da aynı şekilde oldu. Çünkü her ikisi de «yaşam” ve «ölüm” arasında gidip gelen hayatlarına son verdiler. Sylvia Plath ve Virginia Woolf.
Plath ve Woolf’un eserlerini, onlar hakkında yazılan kitapları okuyup, yaşamları üstüne çekilen filmleri izlerken hep şu düşünce geçmekteydi aklımdan: «İnsanlar yaşarlar ve ölürler. Peki ya yaşarken ölenler?” Plath ve Woolf için yaşam belki de bir tür ölümdü her doğan günle ve hafızaları asla kaçamadıkları hapishaneleriydi. Onlar yaşadıkları dönemlerin çok ilerisinde olan kâşif ve devrimci ruhlu kadınlardı.
Erkek kardeşleri gibi bir eğitim almamış olmasına içerleyen Virginia, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalmıştı. «Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında bir kadının yazabilmesi için paraya ve kendine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu belirtmesi aynı zamanda kendi döneminin koşullarının da bir eleştirisiydi. Onları okurken ataerkil bir dünyada kadın olmanın ürkütücü açılımlarıyla, toplumsal düzenlerin açmazlarıyla, her gün defalarca attığımız sessiz çığlıkların haykırışlarıyla yüzleştik. Toplumsal cinsiyet kavramı altında kadın ve erkeğe biçilen rollerin farklılığını, kadın ve erkeğin bireyselliklerinden soyutlanarak ne gibi yükümlülükler altında kaldıklarını, içinde yaşadıkları dönemlerin krizlerini ve kaoslarını kendi hafızalarından bir akışla okuduk. Eserlerinde, yaşamlarındaki gelgitlerin dışavurumlarına ve acı verecek denli yoğun duyarlılıklarına tanık olduk. Yazdıkları satırlarda; yaşamı ve ölümü, sağlığı ve hastalığı, hayali ve gerçeği, durgunluğu ve hareketi derimizin altından etimize enjekte edilen adeta kanımıza karışan bir sıvı gibi duyumsadık.
Anlık yaşantı ve duygular Virginia ve Sylvia’nın eserlerinde dalga dalga vurur kıyılarımıza. Bu dalgalanmalar onların iç dünyalarının izdüşümleridir adeta. Virginia hayatın parçalanmış, alt üst olmuş ve hayal kırıcı olduğu duygusunun yanı sıra okuyucuya yoğun sevinçleri de yansıtır. An’a vurgundur Virginia. Aklından akıp giden düşünce sarmallarını anlık izlenimlerle saptar. O’na göre yaşamın çekirdeğinde yatan maddesel değil ruhsaldır.
Sylvia Plath ve Virginia Woolf; imgelerinin ve bilinç akışlarının şiirlerini ve romanlarını yazdılar. Hatırladıklarının ve algıladıklarının. Plath’ın imgelem gücünün etkisi her ne kadar ölümünden sonra fark edilse de; O’nun şiirlerini bu güne capcanlı olarak taşıyan önemli hususlardan biri, hayatı ve kendini anlamak için sorduğu soruların evrenselliğinde gizli. Tıpkı Virginia Woolf’da olduğu gibi. Hepimizin algıladıkları, hatırladıkları, biriktirdikleri, yok ettikleri, söyledikleri, sustukları farklı belki ama imgelerimiz ve bilinç akışlarımız, düşünme biçimlerimiz ve iç görülerimiz benzer oldukça kendimizi yakın hissedebiliriz bu erken yaşta yaşama kendi istençleriyle veda etmiş iki yazara.
Onlarla ilgili hiçbir şey okumamış, izlememiş, duymamış olsak bile; en azından hayatımızın bir döneminde kendimize onların sorduğu soruları sorduk belki de.«Yaşam” dediğimiz süreci bize ait kılan sadece onu yaşıyor olmamız mıdır? Yaşamı anlamlı kılan nedir peki? Kendine ait bir yaşamı yaşayamazsan neye yarar ki yaşam? Bir kadının yazmak için neye ihtiyacı vardır? İnsan zihni bir günde, tek bir günde neler algılayabilir? Hatırladıklarımız zamanla algıladıklarımızdan farklılaşır mı? Başkalarının sevinç duyduğu, olağan saydığı şeyler niçin bazılarını alt üst eder? Sadece kendi dünyamızı yansıtanlara mı sevme yeteneğimiz var? Yaşamımızın geri kalanını nasıl haklı çıkarıp ussallaştırabiliriz?
Bu gibi sorular sorup farklı cevaplar verdik belki de. Ama bazen hayata verdiğimiz ya da onun bize verdiği cevaplar değil, ona sorduğumuz ya da onun bize sorduğu sorular önemlidir. Cevaplarda değil sorularda kesişir bazen yollarımız. Bazen farklı nedenler aynı sonuçları doğurur. İşte bu yüzden farklı dönemlerde yaşayan ama ölümleri benzer olan bu iki kadının yaşam ve ölüm üzerine yazdıkları birkaç satıra da değinmek istiyorum.
Ölüm ve yaşam için Woolf, Mrs. Dalloway adlı eserinde «Bir gün bile yaşamak çok, çok tehlikeliydi O’nca” diyor. Plath ise yaşam ve ölüm arasındaki değişken sınırı şöyle ifade ediyor:
Zamanın kırılacağı saniye ve sonsuzluğun onu yutacağı an,
Ve içinde tümüyle boğulacağım zaman, ne zaman?
Virginia Woolf için yaşanılan, gerçekten yaşanılan bir gün, bir saat, tek bir an bile bir kadının tüm hayatını değiştirmeye yeterdi ama işte bu yüzden yaşamak çok tehlikeliydi O’nun için. Sylvia Plath için ise ölüm dönüştürücü bir güce sahipti.
Bu satıra değin Sylvia ve Virginia’yı aynı metin içinde yorumlamaya çalışmamın nedeninin, ikisinin de genç yaşta intihar etmeleri olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bu iki kadını birleştiren en önemli ortak noktalardan biri bu değil bence. Ne kadar farklı türlerde yazmış olurlarsa olsunlar, ne kadar farklı teknikleri kullanırlarsa kullansınlar; ben onları birleştiren en anlamlı noktanın gözlem ile analiz sentezini, duyarlılık ile algılama potansiyelini kalemlerine yansıtma güçleri olduğu inancındayım.

Onlar farklı zamanlarda, farklı kelimelerle, imgelerle aynı ya da benzer kavramları ve sorunları irdelerdiler. Onların gerek kendi iç dünyalarına, gerekse dışarıda dönüp durdukça içine bir türlü giremedikleri can yakan bu dünyaya sesleniş biçimleri de birbirine yakındı. Ne içinde ne de dışında oldukları dünyalarına başkaldırışları da aynı şekilde oldu. Çünkü her ikisi de «yaşam” ve «ölüm” arasında gidip gelen hayatlarına son verdiler. Sylvia Plath ve Virginia Woolf.

Plath ve Woolf’un eserlerini, onlar hakkında yazılan kitapları okuyup, yaşamları üstüne çekilen filmleri izlerken hep şu düşünce geçmekteydi aklımdan: «İnsanlar yaşarlar ve ölürler. Peki ya yaşarken ölenler?” Plath ve Woolf için yaşam belki de bir tür ölümdü her doğan günle ve hafızaları asla kaçamadıkları hapishaneleriydi. Onlar yaşadıkları dönemlerin çok ilerisinde olan kâşif ve devrimci ruhlu kadınlardı.

Erkek kardeşleri gibi bir eğitim almamış olmasına içerleyen Virginia, kendi kendini yetiştirmek zorunda kalmıştı. «Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında bir kadının yazabilmesi için paraya ve kendine ait bir odaya ihtiyacı olduğunu belirtmesi aynı zamanda kendi döneminin koşullarının da bir eleştirisiydi. Onları okurken ataerkil bir dünyada kadın olmanın ürkütücü açılımlarıyla, toplumsal düzenlerin açmazlarıyla, her gün defalarca attığımız sessiz çığlıkların haykırışlarıyla yüzleştik. Toplumsal cinsiyet kavramı altında kadın ve erkeğe biçilen rollerin farklılığını, kadın ve erkeğin bireyselliklerinden soyutlanarak ne gibi yükümlülükler altında kaldıklarını, içinde yaşadıkları dönemlerin krizlerini ve kaoslarını kendi hafızalarından bir akışla okuduk. Eserlerinde, yaşamlarındaki gelgitlerin dışavurumlarına ve acı verecek denli yoğun duyarlılıklarına tanık olduk. Yazdıkları satırlarda; yaşamı ve ölümü, sağlığı ve hastalığı, hayali ve gerçeği, durgunluğu ve hareketi derimizin altından etimize enjekte edilen adeta kanımıza karışan bir sıvı gibi duyumsadık.

Anlık yaşantı ve duygular Virginia ve Sylvia’nın eserlerinde dalga dalga vurur kıyılarımıza. Bu dalgalanmalar onların iç dünyalarının izdüşümleridir adeta. Virginia hayatın parçalanmış, alt üst olmuş ve hayal kırıcı olduğu duygusunun yanı sıra okuyucuya yoğun sevinçleri de yansıtır. An’a vurgundur Virginia. Aklından akıp giden düşünce sarmallarını anlık izlenimlerle saptar. O’na göre yaşamın çekirdeğinde yatan maddesel değil ruhsaldır.

Sylvia Plath ve Virginia Woolf; imgelerinin ve bilinç akışlarının şiirlerini ve romanlarını yazdılar. Hatırladıklarının ve algıladıklarının. Plath’ın imgelem gücünün etkisi her ne kadar ölümünden sonra fark edilse de; O’nun şiirlerini bu güne capcanlı olarak taşıyan önemli hususlardan biri, hayatı ve kendini anlamak için sorduğu soruların evrenselliğinde gizli. Tıpkı Virginia Woolf’da olduğu gibi. Hepimizin algıladıkları, hatırladıkları, biriktirdikleri, yok ettikleri, söyledikleri, sustukları farklı belki ama imgelerimiz ve bilinç akışlarımız, düşünme biçimlerimiz ve iç görülerimiz benzer oldukça kendimizi yakın hissedebiliriz bu erken yaşta yaşama kendi istençleriyle veda etmiş iki yazara.

Onlarla ilgili hiçbir şey okumamış, izlememiş, duymamış olsak bile; en azından hayatımızın bir döneminde kendimize onların sorduğu soruları sorduk belki de.«Yaşam” dediğimiz süreci bize ait kılan sadece onu yaşıyor olmamız mıdır? Yaşamı anlamlı kılan nedir peki? Kendine ait bir yaşamı yaşayamazsan neye yarar ki yaşam? Bir kadının yazmak için neye ihtiyacı vardır? İnsan zihni bir günde, tek bir günde neler algılayabilir? Hatırladıklarımız zamanla algıladıklarımızdan farklılaşır mı? Başkalarının sevinç duyduğu, olağan saydığı şeyler niçin bazılarını alt üst eder? Sadece kendi dünyamızı yansıtanlara mı sevme yeteneğimiz var? Yaşamımızın geri kalanını nasıl haklı çıkarıp ussallaştırabiliriz?

Bu gibi sorular sorup farklı cevaplar verdik belki de. Ama bazen hayata verdiğimiz ya da onun bize verdiği cevaplar değil, ona sorduğumuz ya da onun bize sorduğu sorular önemlidir. Cevaplarda değil sorularda kesişir bazen yollarımız. Bazen farklı nedenler aynı sonuçları doğurur. İşte bu yüzden farklı dönemlerde yaşayan ama ölümleri benzer olan bu iki kadının yaşam ve ölüm üzerine yazdıkları birkaç satıra da değinmek istiyorum.

Ölüm ve yaşam için Woolf, Mrs. Dalloway adlı eserinde «Bir gün bile yaşamak çok, çok tehlikeliydi O’nca” diyor. Plath ise yaşam ve ölüm arasındaki değişken sınırı şöyle ifade ediyor:

Zamanın kırılacağı saniye ve sonsuzluğun onu yutacağı an,

Ve içinde tümüyle boğulacağım zaman, ne zaman?

Virginia Woolf için yaşanılan, gerçekten yaşanılan bir gün, bir saat, tek bir an bile bir kadının tüm hayatını değiştirmeye yeterdi ama işte bu yüzden yaşamak çok tehlikeliydi O’nun için. Sylvia Plath için ise ölüm dönüştürücü bir güce sahipti.

Bu satıra değin Sylvia ve Virginia’yı aynı metin içinde yorumlamaya çalışmamın nedeninin, ikisinin de genç yaşta intihar etmeleri olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bu iki kadını birleştiren en önemli ortak noktalardan biri bu değil bence. Ne kadar farklı türlerde yazmış olurlarsa olsunlar, ne kadar farklı teknikleri kullanırlarsa kullansınlar; ben onları birleştiren en anlamlı noktanın gözlem ile analiz sentezini, duyarlılık ile algılama potansiyelini kalemlerine yansıtma güçleri olduğu inancındayım.


Bunları da sevebilirsiniz