Yeni Dünya Düzeni

«İnsan, özel mülkiyetin sahibi olabilen ve
ticareti yapabilen bir varlıktır”
K. KRYLOV

«Siyasette hiçbir şey rastlantı değildir; eğer bir şey
gerçekleşiyorsa, biri demek ki bunu planlamış”
F. ROOSVELT

«Yeni Dünya Düzeni”, XX. yüzyılın son on yılından itibaren sıkça kullanılan bir kavramdır. Peki, modern anlamda 1940’lardan beri var olan bu kavramı, son zamanlarda bu kadar bu kadar cazip kılan nedir?
Yeni Dünya Düzeni kavramının altında tek bir teori, devlet ya da devlet dışı aktörlerin programı yatmamaktadır. İşte bu gerçek de, bu kavramı cazip hale getirmekte; var olan farklı jeo-stratejik görüşlerin ve gelecek ile ilgili tahminlerin bu terim altında anlatılmasını sağlamaktadır.

Yeni Dünya Düzeni’nin tarihi

1782 yılında ABD mührüne C. Thompson tarafından koyulan Yeni Dünya Düzeni teriminin aslı, Publius Vergilius’un destanlarında gelecek mutlu ve huzur krallıktan bahsederken kullanılmıştır.
Orta Çağ’da ise gelecek Hıristiyan Krallığı’nı belirtmek için kullanılan bu terim; Birinci ve İkinci Dünya Savaş’ı, özellikle de Sosyalist Blok’un yok olması sırasında sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Yeni Dünya Düzeni terkibinin yeniden canlandığı dönemde ABD’nin 41. Başkanı George H.W. Bush, 11 Eylül 1990 yılında «Yeni Dünya Düzeni Yolunda” başlıklı konuşmasını yapmıştır. Bu konuşmada bütün insanlığın, Saddam Hüseyin’in diktatör rejimine karşı olmasından dolayı büyük memnuniyet duyduğunu belirtmiştir.

Objektif nedenler

Yeni Dünya Düzeni denilen teorinin altında; küreselleşme ve buna bağlı olarak mondializm, altın milyar fikirleri, gelişmiş Kuzey ve gelişmekte olan Güney arasındaki anlaşmazlıklar, XX. yüzyılın ortasına doğru sömürge topraklarını kaybeden metropol Batı ülkelerinin yeni sömürgecilik önlemleri ve Robert Malthus’un teorilerine benzeyen fikirlerden korkulması gibi faktörler yatmaktadır.
Giderek hızlanan küreselleşmeyi; ulusal ekonomilerin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve iktisadi karar süreçlerinin dünya kapitalizminin sermaye birikimine yönelik dinamikleriyle belirlenmesi şeklinde açıklayabiliriz (Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi).
İki değişik yapının karşılıklı ilişkisi sonucunda yeni bir bütünlük oluşması süreci ve etkileşime giren yapılardan daha zayıf olanının güçlü olanın bir parçası haline gelmesi anlamına gelen «eklemlenme” sözcüğü bu noktada çok önemlidir.
«Batı” dediğimiz gelişmiş ülkelerin ekonomi, medya ve sosyal ağlar konusundaki üstünlüğü sonucu olarak küreselleşme süreci, gelişmekte olan ülkelerin Batı medeniyetlerine eklemlenmesi sürecine dönüşmektedir.
Bu eklemlenme, yani gelişmiş azınlığın az gelişmiş çoğunluğun üstüne çıkması sürecinde kullanılan araçlar arasında Internetional Monetary Found, World Bank, NATO gibi uluslararası örgütleri de sayabiliriz.
Bu sürecin sonucu ve Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası olarak iki önemli teori doğmuştur. İlki, dünyada tek hükümet kurma projesi olan ve 1970’lerden beri Amerikan bilirkişileri tarafından geliştirilen Mondializm’dir.
Teorinin ılımlı kanadı ise sosyalist dünya yok olduktan sonra tek merkezli dünyayı ve tek jeo-stratejik gücü savunmaktadır.

Yeni düzenin örgütleri

En güçlü mondialist sivil örgüt hiç şüphesiz 1921’de kurulan Council on Foreign Relations’tır. İki ayda bir Foreigns Affair adlı dergiyi yayınlayan CFR, federal hükümeti dış politika ile ilgili konularda yönlendirmektedir.
Wilson’un 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki Avrupa ile ilgili politikası da CFR uzmanları tarafından belirtilmiş ve ABD’nin «İnsanlara sormadan insanlık adına iyilik yapma” prensipleri oluşturmuştur.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra CFR resmi tarihi yazmakla ve dış politikayı belirtilmekle kalmayıp ABD elitlerini birleştirme görevini de üstlenmiştir. Wilson zamanında Karnegy Foundation, 2. Dünya Savaşı yıllarında Rockefeller Found, günümüzde ise iki yüze yakın uluslararası şirket tarafından desteklenen bu fonun 4.200 üyesi mevcuttur (bkz.http://www.cfr.org).
İngiltere’de CFR benzeri örgüt olan Royal Institute for International Affairs (RIIA) da International Affairs adlı dergiyi çıkarmaktadır.
1973 yılında New York bankacıları tarafından kurulan ABD, Avrupa ve Japonya elitlerini dünya sorunlarına karşı çözümlerde birleştiren bir örgüt olan Trilateral Commission’ın 1/3’ünü Amerikalılar, 1/3’ünü Avrupalılar ve 1/3’ünü Japonyalılar ve Koreliler oluşturmaktadır (bkz. http://www.trilateral.org/).
Bir diğer önemli platform resmi olarak olmamakla birlikte yıllık olarak düzenlenen bir konferans olan, Bilderberg Group’tur. Toplam üyelerin sayısı 383’tür ve Trilateral Commission’da olduğu gibi ABD, Avrupa ve Japonya 1/3’er oranında temsil edilmektedir.
Örgütün merkezi, yukarıda adı geçen Karnegy Foundation binasında bulunmaktadır. Kulübün üyeleri arasında demokrat Barack Obama ve onun zıttı sayılabilen sert politikanın taraftarı Donald Rumsfeld gibi isimler de bulunmaktadır.
Sonuç olarak, ABD’de aynı üniversite ve fakülteden mezun elit bir sosyo-örgütsel yapı mevcuttur (bkz. http://www.law.harvard.edu/index.html).
Radikal taraftarları ise; milletten önceki zamanlardan beri varlığını sürdüren az sayılı bir aile grubu, mason örgütler, finans şirketleri sahipleri, uzaylılar, tarikatlar gibi çeşitli guruplar oluşturmaktadır.

Yeni sömürgecilik

Yeni Dünya Düzeni’ni neo-sömürgecilik çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Sömürge topraklarını kaybeden metropol ülkeler siyasi, askeri ve iktisadi alanda yayılmaya devam etmektedir.
1850’lere kadar İngiltere tarafından kullanılan askeri güçleri yerleştirerek hükümete baskı yapma stratejisinin şimdiki örneği olan ABD’nin yaklaşık otuz altı ülkede askeri kampları bulunmaktadır.
Sömürgeciliğin üst noktası olan Yeni Dünya Düzeni’ni, Karl Marx’ın ekonomide ve siyasette günümüzdeki durumu anlatan «Real Domination of Capital” kavramı ile açıklamak mümkündür.
Kapitalizmin bir aşamasında sermayenin üretimden ayrı geliştiği bu öngörü, günümüzde finans sektörü sayesinde gerçekleşmektedir. Küresel finans sektörü, üretimden kopmaktadır.

Batı’ya eklemlenen küreselleşme süreci


Dünya finans ve askeri gücünün büyük kısmının ABD, Avrupa ve Japonya’da bulanması; uluslararası örgütleri, kuruluşları ve bazı hükümetlerin mondialist girişimlerini bu zengin ülkelerin lehine çevirmektedir. Yani Batı’ya eklemlenerek Batı’nın altında bir küreselleşme süreci söz konusudur.
Küreselleşme ideolojisinde liberalizm, tıpkı klasik diyalektikte olduğu gibi demokrasi ile çelişkiye düşmektedir.
Küreselleşme; askeri gücü, darbeleri, renkli devrimleri ve gelişmekte olan ülkelerin ucuz iş gücünü kirli üretimde kullanarak insan hakları, özgürlük gibi temel amaçlar ile arasına mesafe koymakta ve mutlak liberalizmden söz edebilmesine neden olmaktadır.
Süreci daha net bir şekilde anlamak için resme; uluslararası iş gücü bölüşümünü, kaynakların kıtlığını, üretimin insansızlaşmasını, demografik süreçleri, ekolojik sorunları, kültürün tek bir şablon haline getirilme çabalarını, bilimsel ve teknolojik gelişmenin hızlandırılmasını, etnik sorunları da eklenmek gerekmektedir.
Sonuç olarak; dünyada insanlığın belli bir kısmı lehine tek şablonlu bir model oluşturmak için oluşan bu çaba, dünyanın farklı bölgelerinde daha büyük bir istikrarsızlığa yol açacaktır.

Bunları da sevebilirsiniz