“Bir gönlü sevindirmek, yüz ibadetgâh yapmaktan daha iyidir.”
Bu sözler, izlediğim Na Yek Tavahom (Bir İllüzyon Değil) isimli, İran yapımı bir belgeselde yaşlı bir adamın dudaklarından dökülüyordu. İlk okunduğunda, çok çarpıcı gelmeyebilir. Ancak Sara’nın hikâyesini bilseydiniz, eminim siz de etkilenirdiniz. Sara 1981 yılında, Tahran’da doğmuş. Yani o büyük İran Devrimi’nin hemen ardından… Çocukluğu, amansız İran-Irak Savaşı’nın gölgesinde geçmiş. Sara, çocukluk yıllarında, kendileri de jimnastikçi olan anne ve babasının izinden giderek jimnastikçi oluyor. Küçük yaşında şampiyonluklar kazanıyor. Ancak yaşadığı elim bir kaza sonucunda ciddi şekilde sakatlanıyor. Kazanın ardından koltuk değneklerine mahkûm kalan Sara, ilerleyen yıllarda sesinin büyüsünü keşfediyor. Sara’nın annesi aynı zamanda, geleneksel İran müziği yapan, şarkı sözleri yazan ve müzik eğitimi veren bir kadın. Ancak, onu müzikten uzaklaştıran rejimin yasakçı zihniyeti, bu sefer Sara’nın önüne dikiliyor.
Sara’nın çocukluk yıllarında “müzik” yasak. Evet, yanlış duymadınız, müzik yasak! Müzik aletleri almak, satmak; çalmak yasak, müzik öğrenmek, öğretmek yasak… İran’da, mutlu olmanın, mutlu etmenin, bir gönlü sevindirmenin yasak olduğu yıllar… Sonraları yasaklar esnetiliyor. Ama hala, kadının sesi yasak… Doğan ve doğuran kadınların, hayatı var eden, insanlığın yarısı kadınların, şarkı söylemesi… Kadının sesiyle birlikte, hayalleri yasak. Kendini var etme, potansiyelini gerçekleştirme olasılığı da öyle…
İşte “Bir İllüzyon Değil” isimli belgesel Sara’nın, önüne çıkan ve çıkarılan tüm engellere rağmen, kendini var edebilme mücadelesini anlatıyor. Sara’nın sahneye çıkabilmek için, sesini nasıl erkek sesine katık etmek zorunda kaldığının, dudaklarından çıkan her bir sözün nasıl kontrolden geçtiğinin, nefesine konan hiçbir sansüre boyun eğmeyip sesini nasıl özgür bıraktığının hikâyesi…
Bu, aynı zamanda bir yerlerde yüzlerce ibadetgâh, kışla sözde okul inşa etmekten yılmayanların, batırdıkları güneşlerin hikâyesi. Sara, başarıyor… Sesini, işte mesela İran’dan binlerce kilometre uzaktaki bana, ya da benim bu yazdıklarımdan sonra bir şarkısını dinlemek isteyecek olan size duyurmayı başarıyor. Sara başarıyor başarmasına ama ülkesinden uzakta… Çünkü ülkesinde kalması, kendini var edemeden yok olması demek… Bazı diyarlarda kendini var etmek, tüm sevdiklerini ardında bırakmayı, anılarını albümlere gömmek zorunda kalmayı gerektiriyor.
Peki ya başaramayanlar… Parlamadan sönen milyonlarca yıldız… İşlenmeden kara toprağa karışan milyonlarca cevher… Var olmadan silinip giden hayatlar… O ibadetgâhların ve kışlaların ve ne idüğü belirsiz okul duvarlarının karanlığına çarparak, boşluğa karışan, bir illüzyona dönüşen o hayaller… O hayatlar…
Sonra düşünüyorum. İran’ı değil, kendi ülkemi. Yalnızca potansiyelini gerçekleştirebilmek, insanca bir yaşama sahip olabilmek için ülkesini terk etmek zorunda kalan arkadaşlarımı düşünüyorum. Doktorları, mühendisleri, akademisyenleri… Yürekleri hala burada atıyor, biliyorum… Burada karşı karşıya kaldığım aşağılanmayı… Yapabileceklerimi, yapamadıklarımı düşünüyorum… Gitmekle kalmak arasında… Dostlarım, ailem, geçmişim ve nereye gitsem belirsiz geleceğim arasında arafta düşünüyorum… Metis’im kızım, seneye okula başlayacakken… Onu hangi okula, nasıl gönderebileceğimi bilmezken düşünüyorum… Ben niye buradayım hala diye düşünüyorum… Burası Türkiye… Ülkem.
Ne dersiniz Türkiye İran olur mu? Yoksa çoktan oldu mu?
Sara Naeini’ye gelince… Sesini bana duyurduğu için ona müteşekkirim… Tüm o ibadetgahlara, kışlalara, yoz okullara inat… Bir gönlü sevindiriyorsun Sara…