Eylül’ün Kanlı Zili: Filisid Çağında Çocukluk

Tarih boyunca bütün kültürlerin ortak vaadi çocukları korumak olmuştur ama filisid bu vaadin belki de en karanlık inkârıdır. Kuş yavrularını kanatlarının altına alır, kurt sürüsündeki en güçsüzü kendi dişlerinden bile sakınır, yunus yavrusu yaralandığında tüm sürü etrafında döner, fillerse ölü yavrularını terk etmeden günlerce yas tutarlar. Doğa, yavruyu yaşatmak ve türün devamını güvenceye almak için örgütlenmiştir. Oysa insan, kimi zaman kendi evladını, en güvenilir kabul edilen ellerle; kendi elleriyle hayattan koparır. Filisid, yani anne ya da babanın çocuğunu öldürmesi, yalnızca bir ceza hukuku meselesi değildir; psikolojinin, sosyolojinin ve kriminolojinin kesişiminde duran çok katmanlı bir olgudur. Bir anne ya da baba, nasıl olur da evladını öldürür?

Bu sorunun cevabı çoğu kez tek bir kelimeyle geçiştirilir: “Aile dramı” “ Dram” demek, cinayeti sıradan bir felaket gibi göstermektir; sanki kapalı evin içinde kalmış, topluma dokunmayan bir trajediymiş gibi… Filisid böyle tanımlandığında, toplumun ve kurumların sorumluluğu da kolayca geçiştirilmiş, üzerimizden atılmış olur. Oysa bir çocuğun kendi ebeveyninin elinde ölmesi, yalnızca hane içindeki kriz değil; güvenin çöküşü, geleceğin yaralanması ve toplumun kendi kutsal saydığı değerlerle yüzleşememesidir. Bu nedenle anne ya da babanın çocuğunu öldürmesini araştırmak tek bir disipline sığmaz, akademinin çoğu konusunda savunduğum gibi disiplinler arası bakış açısını gerektirir. Kriminolog Phillip Resnick’in 1969’daki klasik sınıflaması bu ölümleri beş kategoriye ayırır: istenmeyen çocuk ölümleri, acıdan kurtarma (altruistik) amaçlı ölümler, intikam ya da eşe yönelik saldırı bağlamındaki ölümler, psikotik epizot sırasında işlenen ölümler ve çocuğun geleceğini engelleme motivasyonlu ölümler. Psikoloji alanı, annelerde doğum sonrası depresyon ve ağır psikotik tabloların, babalarda ise kıskançlık, otorite kaybı ve ekonomik baskıların tetikleyici olabileceğini göstermektedir. Ancak bunlara ek olarak madde ve alkol kullanımı da kritik bir risk faktörüdür. Uyuşturucu veya alkol, ebeveynin yargılama ve dürtü kontrolünü bozarak hem şiddet eğilimini artırır hem de çocuğun güvenliğini ciddi biçimde tehlikeye sokar. Ayrıca kişilik bozuklukları, travmatik çocukluk deneyimleri ve yetersiz sosyal destek de psikolojik riskleri ağırlaştırır. Sosyoloji ise başka bir katmanı açığa çıkarır: bireysel gibi görünen bu eylemler hangi kültürel kodlardan beslenmektedir? Ataerkil toplumlarda “namus” ya da “otoriteye başkaldırı” gerekçesiyle üretilen söylemler, kimi babaların cinayetini meşrulaştıran bir dil üretir. “Aile kutsaldır” miti, dış müdahaleyi engelleyerek çocuğu görünmez kılar. Komşuların “mahremiyet” gerekçesiyle susması, kurumların dosyaları yıllarca sürüncemede bırakması da bu sessiz ortaklığa dâhildir. Suskunluk, en ağır bedeli çocuklara ödetir. Eylül ayı, okul zilleriyle birlikte yalnızca yeni başlangıçların değil, aynı zamanda geleceğe dair umutların simgesidir. Çocukların sırtlarında rengârenk çantalarıyla sokaklara dökülmesi, toplumun kendini tazeleme ritüelidir. Ancak o cıvıltılı seslerin ardında bazen görünmeyen bir sessizlik vardır: evlerinde şiddetin gölgesinde büyüyen, her akşam uyumadan önce “yarın sağ kalacak mıyım?” korkusuyla gözlerini kapatan çocukların sessizliği…Kâğıt kokusunun, tebeşir tozunun, teneffüs zillerinin çağrıştırdığı neşeyi; kimilerinin kalbinde taş gibi oturan bir endişe bastırır. Çünkü bazı çocuklar için okul yalnızca bir öğrenme mekânı değil, evde bulamadıkları güvenin kısa süreli sığınağıdır. Öğretmenin şefkatli bir bakışı, bir arkadaşın oyun daveti ya da kantinde paylaşılan bir simit, bazen bir çocuğun hayata tutunabilmesi için tek dayanağı olur. Akşam olup kapılar kapandığında, bazı çocuklar toplumsal sessizliğin en ağır yüzüyle karşılaşırlar. O evin içinde duyulmayan çığlıklar, ertesi gün defterlerin arasına sinmiş korku lekeleri olarak taşınır. Çocuğun oyun çağında taşıması gereken kalem değil, korkudur.

Toplum, her Eylül’de çocuklara “umut” sözü verirken, bazılarını aynı anda karanlığa teslim eder. Oysa güvenlik yalnızca dört duvarla sağlanmaz; güvenlik, çocuğun varlığının değerli olduğunun, sesinin duyulduğunun ve yaşam hakkının tartışılmaz olduğunun hissettirilmesidir. Sahi, bir çocuk evinde güvende değilse, nerede güvende olacaktır? Z kuşağı, güvenmeyi kimden öğrenecek? Türkiye’de son yıllarda bu sorulara verilen cevaplar, birer olaydan ibaret olmadığı gibi, “aile dramı” etiketiyle kapatılacak kadar küçük de değildir. Tekirdağ’da 13 yaşındaki Su Dilem Y.’nin öldürülmesi, bireysel sapmayla açıklanamayacak denli yapısal bir hadisedir: ataerkil denetim ‘mahremiyet’ ve namus/itikat söylemleriyle meşrulaşmış; ayrılık–velayet gerilimleri ile eşe yönelik güç–denetim döngüleri çocuğa yönelen dolaylı faillik üretmiş; kurumlar arası bildirim ve risk yönetimi kopmuş, veri yoksunluğu ise boğma tehdidi, silaha erişim ve intihar beyanı gibi erken uyarıları görünmez kılmıştır. Ankara’da üç ve altı yaşındaki iki kardeşin ölümü, hanenin içine kapanmış rastlantısal bir sapma değil; bakım yükü, olası ruhsal çökkünlük ve sosyal destek yoksunluğunun, bildirim–izlem aksaklıklarıyla çakıştığı bir risk bileşkesinin sonucudur. Diyarbakır/Hani’de sekiz yaşındaki Narin Güran dosyasında yargılama sürmektedir; masumiyet karinesi saklı kalmak koşuluyla dahi, yerel ataerkil normların, akrabalık ağlarının ve “mahremiyet/onarım aile içinde olur” söyleminin koruyucu müdahaleyi geciktirebilen bir perdeye dönüşebildiği olgusu gözden kaçırılmamalıdır. Bu dosyalar “bireysel cinnet” anlatısını boşa düşürür: karşımızda, toplumsal körlük, kurumsal atalet ve kültürel şiddet kalıplarının çocuğu görünmez kıldığı sistemik bir üretim alanı vardır. Olan biteni eylemin ayrıntılarıyla değil, değer düzenindeki bozulmayla okumak gerekir. “Aile kutsaldır” sözü, çocuğu koruyup büyütme yükümlülüğünü ifade etmesi gerekirken çoğu kez dış müdahaleyi engelleyen bir perdeye dönüşmekte; çocuk, kutsal sayılan dairenin merkezinde değil, kenarında bırakılmaktadır. “Namus için öldürdüm”, “cennete götürmek istedim” gibi beyanlar da inancı ve ahlakı taşımamakta; yetişkinin güç ve denetim arzusunu meşrulaştırmak için kutsalı araçsallaştırmaktadır. Akademik dilde bu, söylemsel meşrulaştırmadır: kutsal referanslarla şiddetin normalleştirilmesi, risk eşiğini düşürür, müdahaleyi erteler ve kurumsal sorumluluğu gölgeler. Değer, öldürmeye mazeret kılındığı anda değer olmaktan çıkar; ahlaki içerik boşalır, geriye yalnızca şiddeti aklayan kabuk kalır. Bu kabuk kurumsal sessizlikle birleştiğinde çocuk görünmez olur: komşu “mahremiyet” diyerek susar, kurum “iş yükü” gerekçesiyle gecikir, aile içi şiddetin uyarı işaretleri kayıt sistemlerinde erir. Sorun tek tek ebeveynlerin “kötülüğü” değil; değeri şiddete kalkan yapan söylem düzeni, bunu denetleyip kırmakta yetersiz kalan kamusal mimaridir. Gerçek aile değeri, yetişkini değil çocuğu merkeze koyduğunda anlam kazanır; kutsal olanın ölçütü itaat değil yaşam hakkıdır. İnanç, evladı yaşatma buyruğunu taşımıyorsa “cennet” diliyle ölüm tasarrufuna dönüşür; onur, çocuğun sesini susturduğu anda onur olmaktan çıkar.

Sınırların çizgisi, dillerin sesi, yasaların dili değişir; fakat işleyiş çoğu yerde aynıdır: “merhamet” kisvesi, eşe yönelen denetimin çocuğa çevrilişi, ayrılık–velayet kıyılarında yükselen ölüm, veri sustuğunda dağılan yardım zinciri. Londra’da iki çocuğunu öldüren anneye verilen müebbet hapis, ebeveynin eylemini “acıdan kurtarma” söylemiyle meşrulaştırabildiğini gösterir. New Hampshire’da bir hanede anne, baba ve iki çocuğun ölü bulunduğu dosya, aile içi cinayetle intiharın birlikte seyredebileceğini hatırlatır. Hindistan’ın Thane kentinde annenin üç küçük kızını zehirlemesi, ekonomik ve aile içi gerilimlerin “çocuk için daha iyi olduğuna inanma” ya da “onur” gibi gerekçelerle nasıl kılıflanabildiğini gösterir. Modern çalışmalar, filisidin kayda değer bir bölümünde intihar ya da intihar girişiminin eşlik ettiğini; partner şiddeti döngülerinin, ayrılık ve velayet evrelerinin, itibar ve namus baskılarının ölümcüllüğü artırdığını ortaya koyar.

Sosyolojinin uyarısı açıktır: suçu toplum hazırlar, birey işler. Demek ki bu cinayetler yalnızca anne ya da babanın değil; gözünü kapatan kurumların, suskun komşuların ve “mahremiyet” bahanesiyle müdahale etmeyen düzenin kurumsal ve toplumsal bir kusurlar zincirinin sonucudur İngiltere’nin düzenli yayımlanan ilişki temelli verileri, Avustralya’nın ölüm inceleme ağları, Danimarka’nın uzunlamasına kayıtları bir şeyi ispatlar: kayıtlı hakikat, korumanın başlangıcıdır. Türkiye’de ortak ve şeffaf bir veri tabanı kurulmadıkça, her vaka tekil bir dram olarak kapanır; neden–sorumluluk zinciri kurulamaz, önleme bilgisi üretilemez. Çözüm uzun bir yönetmelik değil, birkaç açık ilkenin kararlılıkla uygulanmasıdır. İhtiyaç duyulan sistem Çocuk Koruma Ağı olarak hayata geçirilebilir. Tek kapıdan işleyen, bütün kurumları aynı dosyada buluşturan ulusal bir sistem. Kayıtlar tek bir merkezde toplanır ve her yıl özet raporlarla açıklanır. Risk gören herkes öğretmen, hekim, sosyal hizmet uzmanı, polis kolay bir dijital form ya da tek numara üzerinden anında bildirim yapar; okul, hekim, sosyal hizmet, emniyet ve savcılık aynı kaydı eşzamanlı görür. Başvuru düşer düşmez dosya görevli birime aktarılır ve en geç 24 saat içinde ilk koruma kararı verilir. Hayatî risk (boğma tehdidi, silaha erişim, ayrılık/velayet evresi, intihar beyanı gibi göstergeler) saptanırsa fail hemen evden uzaklaştırılır, silaha erişim derhal kesilir, tehdit altındaki ebeveyn ve çocuk için güvenli barınma aynı gün sağlanır. Çocuk için bir “güvenli kişi” (acil durumda ulaşacağı yetişkin) o gün belirlenir; okul, sağlık ve sosyal hizmetle yazılı bir güvenlik planı kurulup aileye verilir. İzlem takvimi netleşir; her adım kayıt altına alınır. Ağın ikinci ayağı şeffaflık ve hesap verebilirliktir. Her çocuk ölümü, bağımsız bir kurul tarafından incelenir; ihmal ve gecikmeler tek tek tespit edilir, düzeltici adımlar kamuoyuna yazılır. Gizlilik korunur, veri anonimleştirilir ama gerçek saklanmaz. Üçüncü ayak, destek ve iyileştirmedir: doğum sonrası ruh sağlığı hizmetleri, bağımlılık tedavisi, ekonomik destek ve bakım yükünü hafifleten hizmetler hızlı erişilebilir kılınır; amaç yalnız krizi söndürmek değil, riskin kaynağını da küçültmektir. Bu ağ ile bilgi korumaya, koruma da gecikmeden hayata dönüşebilir. Habercilik çerçevesi “çocuk hakları odaklı ve kanıt temelli” olarak standartlaştırılmalıdır. Olay aktarımında failin kahramanlaştırılması ve yöntem ayrıntıları yerine risk göstergeleri, başvuru/yardım kanalları ve koruyucu mekanizmalar görünür kılınmalıdır; “aile dramı”, “merhamet”, “namus” gibi meşrulaştırıcı kalıplar editoryal ilke olarak kullanılmamalıdır. Kimlik ve mahremiyet korunmalı; yeniden travmatizasyon riski, dil ve görsel seçimlerinde ön inceleme ölçütü olmalıdır. Her haber, yayımdan önce çocuk odaklı kontrol listesi ile denetlenmeli; hatalı dil tespitinde 24 saat içinde açık düzeltme notu yayımlanmalıdır. Haber merkezlerinde çocuk hakları editörlüğü ihdas edilmeli; yıllık “çocuk odaklı habercilik raporu” ile dil hataları, düzeltmeler ve iyi örnekler kamuya açıklanmalıdır. Veri gazeteciliği zorunlu hale getirilmeli; filisid ve aile içi şiddet verileri düzenli izlenip resmî raporlarla çapraz doğrulanmalı, eğilimler anlaşılır görselleştirmelerle sunulmalı ve her içerikte yardım hatları ile başvuru yolları yer almalıdır. Bu çerçeve, duyguyu kışkırtan seyir yerine toplumsal öğrenmeyi ve erken uyarı işlevini güçlendirecek; dil, bilgi ve yönlendirme yoluyla doğrudan koruyucu etki üretilecektir.

Çocuğu görünür kılmak, veriyi şeffaflaştırmak ve korumayı hızlandırmak… Bu üç adım atılmadıkça her Eylül zili, umutla değil kayıpların gölgesiyle çalacaktır. Bir çocuk evinde güvende değilse, o evin duvarlarını aşan korku hepimizin hayatına siner. Çözüm, yalnızca anne babaların değil; toplumun, kurumların ve insanlığın, insanlığımızın ortak borcudur.

Bunları da sevebilirsiniz