Seyir Defteri 7- Hattuşa: Taşın Hafızası, Uygarlığın Sessizliği

Seyir Defteri, Anadolu’nun gerçek tarihsel hikayelerinden ve kentlerinden yola çıkarak

bugüne bakmanın bir yolu. Taşın, yazının ve belleğin içinden geçip güncel sorularımıza

ışık tutan bir düşünme daveti.

Bu dizinin yedinci yazısı da aynı niyetle kaleme alındı: geçmişi bir vitrin değil, bir rehber

olarak okumak; bilgiyi yalnızca biriktirmek değil, anlamla buluşturmak.

Çünkü Anadolu’da her şehir bir zaman, her taş bir soru, her bakış bir yeniden doğuş

ihtimalidir.

Taşla Kurulan Düşünce

Anadolu’nun kalbinde, sessizliğiyle konuşan bir şehir var: Hattuşa.

Bugün Çorum’un Boğazkale ilçesinde yer alan Hattuşa, MÖ 1700’lerden 1200’lere

uzanan Hitit uygarlığının başkentiydi.

Sadece bir yönetim merkezi değil, düşünce ve adaletin ilk yazılı ifadelerini barındıran

kutsal bir merkezdi.

Deniz kıyısındaki limanlardan uzakta, Kızılırmak’ın geniş kavisine yaslanan yüksek bir

platoda kurulu Hattuşa, yalnız taş ve kalelerden ibaret değildi. İnsanlığın farkındalık

yolundaki ilk adımlarının, yazının ve hafızanın kentiydi. Bu uzaklık onu

yoksullaştırmadı; bilgeleştirdi. Çünkü Hattuşa, gücünü zenginlikten değil, anlam

üretmekten aldı.

O taşların arasından çıkan şey yalnızca mimari değil, düşüncenin kendisiydi. Burada

insanlar ilk kez kelimeleri, fikirleri, kuralları kilden levhalara kazıdılar. Burada taşlar,

sadece geçmişin değil, insanlığın hatırlama ve öğrenme iradesinin sessiz tanıklarıdır.

Hititler için bilgi, yalnızca biriktirilen değil, yaşama yön veren bir şeydi. Yazıya

geçirdikleri her yasa, her dua, her antlaşma, yaşamı anlamlı kılmanın bir yoluydu. Arşiv

odalarında saklanan binlerce çivi yazılı tablet, Hattuşa’yı hem bir yönetim merkezi hem

de bir anlam üretim mekanına dönüştürdü.Bilginin Şehri

Hattuşa, Anadolu’nun en büyük yazılı arşivine sahipti.

Kraliyet saraylarının, tapınakların ve arşiv odalarının içinde yaklaşık 30 bin çivi yazılı

kil tablet bulundu. Bu tabletler bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi,

İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Berlin Müzesi gibi önemli müzelerde korunuyor.

Tabletlerin değeri, yalnızca sayılarında değil, içeriklerinin çeşitliliğindedir.

Yasalar, antlaşmalar, dua ve kehanet metinleri, tıp reçeteleri, mitolojik hikayeler, şiirler,

astronomik gözlemler, tarım kayıtları… Hatta Kadeş Barışı gibi dünyanın bilinen en

eski uluslararası antlaşması burada yazıya geçirildi.

Bazı metinlerde Ege kıyılarındaki kentlerin eski Luvice isimleri geçer:

Arzawa, Millawanda (Milet), Lukka (Likya), Wilusa (Troya)…

Bu ayrıntılar, Anadolu’nun geçmişinin Helenlerle başlamadığını, onlardan çok önceye

uzanan çok dilli, çok kültürlü bir belleğe sahip olduğunu kanıtlar.

Hattuşa bu belleğin kalbidir; her tablet, bir uygarlığın nasıl düşündüğünü, inandığını ve

yönettiğini anlatan sessiz bir tanıktır.

Bilginin sadece kaydedilmediğii, anlamla harmanlandığı bir dönemin izleridir bunlar.

Hitit yasaları, antlaşmalar ve tören metinleri, bilginin yönetim, inanç ve günlük yaşam

arasında nasıl bir ağ kurduğunu gösterir.

Bilgi, raflarda duran bir süs değil; düzeni inşa eden, sözü sorumluluğa dönüştüren,

insana kendini yeniden ölçmeyi hatırlatan bir güçtür.

Yazının Evrimi: Kültepe’den Hattuşa’ya

Kültepe (Kayseri), MÖ 19–18. yüzyıllarda Asurlu tüccarların kurduğu bir ticaret

merkeziydi. Burada bulunan tabletler, ticaret sözleşmeleri ve borç kayıtlarıyla doludur.

Yazı vardır ama düşünce hâlâ ekonominin hizmetindedir.

Aslantepe (Malatya) daha erken bir dönemde, MÖ 4. binyılda mühürler ve tablet

parçalarıyla bürokratik organizasyonun ilk işaretlerini verir. Ancak sayı azdır; yazı henüz

dil değil, simgedir.

Hattuşa ise bu sürecin olgunlaşmış biçimidir.

Burada yazı artık yalnızca bilgi taşımaz; düşüncenin kendisi olur.Hititler, sözü kalıcı kılmakla kalmadı, ona bir yapı kazandırdı.

Düşünceyi arşivlediler; bilgiye biçim, anlama süreklilik verdiler.

Kültepe yazıyı kullandı, Aslantepe işaret etti; Hattuşa ise yazıyı düşünceye dönüştürdü.

Doğayla Mücadele Değil, Denge

Hattuşa, Kızılırmak ve Yeşilırmak havzalarının çevrelediği topraklarda yükseliyordu.

Bugün bozkır olarak gördüğümüz bu bölge, o dönemde daha ılıman, nemli ve

bereketli bir iklime sahipti. Arkeolojik buluntular, tahıl, üzüm ve baklagil kalıntıları,

düzenli tarımın varlığını açıkça gösterir.

Zorluk toprağın yoksulluğunda değil, dağlık arazinin parçalı yapısında, sert kışların

getirdiği planlama zorunluluğundaydı. Hititler doğayı yenmek yerine onunla denge

kurmayı öğrendiler. Tarımı, inancı ve yasayı aynı ilkeye bağladılar: düzen.

Bu düzeni koruyabilmek için de bilgiye ihtiyaç vardı, ama yalnızca toplamak için değil,

anlamak ve yaşatmak için.

İnancın Taşa Dönüşen Dili

Burada kurulan düzen, yalnızca surlarla değil, fikirle korunuyordu. Hattuşa, insanın

taşla, tanrıyla ve yazıyla kurduğu en eski üçlü ittifaklardan biridir.

Aslanlı Kapı’dan içeri giren yolcu, bir şehre değil, bir düşünceye adım atardı.

Yazılıkaya’daki tanrılar alayı, insanın evreni kavrama biçimidir aslında: Göğün

döngüsüyle yerin yasasını aynı bakışta birleştiren bir bilinç.

Kral I. Hattuşili’nin surları yalnızca şehirleri değil, düşünceyi de koruduğu söylenebilir.

Kraliçe Puduhepa, sadece güçlü bir diplomat değil, vicdanın sesi olan bir adalet

temsilcisiydi. Onun duasında geçen “Adalet, güneş gibi doğsun” sözü, Hattuşa’nın

sessizliğinde yankılanan en güçlü çağrıdır.

Adalet, yalnızca bir yönetim ilkesi değil; toplumu aydınlatan bir vicdandır.

Bilgi, hatırlama ve vicdanın bir arada var olduğu yerde, karanlık ve cehalet geri çekilir.

Hattuşa’daki her taşta, her kabartmada insanlık tarihinin en eski özgürleşme hikayesi

saklıdır. Ve o sözü kazıyan eller, yalnızca gücü değil, sorumluluğu da taşımıştır.

Sessizliğin Öğüdü

Hattuşa’nın sonu savaşla değil, yavaş bir tükenişle geldi.

Yaklaşık MÖ 1200 civarında şehir yanarak terk edildi.Tapınaklar, saraylar ve arşiv odalarında geniş yangın izleri bulundu; ama ne toplu

mezarlar ne de yağmalanmış hazineler vardı. İnsanlar sanki eşyalarını toplamış,

tanrılarını da yanlarına alıp gitmişlerdi.

Son tabletlere bakıldığında, kelimeler ağırlaşır: kıtlık, kuraklık, yardım çağrıları, tanrılara

yöneltilmiş çaresiz dualar.

Ekmek kalmadı, tanrılar uzaklaştı” diyen bir satır, bir

uygarlığın iç sesini fısıldar.

O dönemde iklim değişiyor, ticaret yolları çöküyor, denizden gelen kavimler kıyılara

ulaşıyordu.

Ama Hattuşa’yı asıl yıkan bunların toplamı değil, anlamın çözülmesiydi — bilgiyi

yaşatan bağın kopması.

İnsanın en eski cehaleti tam da burada başlar: Bilgiyi koruyup anlamı yitirmek.

Hattuşa bugün sessiz görünür ama o sessizlikte bir uyarı vardır:

Uygarlık taşla değil, bilgiyle ve dengeyle ayakta kalır.

Tabletler hâlâ okunur, yasalar hâlâ etkileyicidir; ama onların taşıdığı ruh, o dengeli bakış

kaybolmuştur.

Bu sessizlik, bir kentin değil, bir anlayışın tükenişidir.

Unutkanlığa düşmemek için geçmişin bilgeliğini yakından izlemek gerekir. Bilginin

çoğalması, bilincin kaybına dönüşmemeli.

Bilgiyi toplamakta ustalaştık ama onu yaşamakta acemiyiz.

O eski taşlar hâlâ ısınır güneşin altında;

ve, Hattuşa sessiz değildir — yalnızca yavaş konuşur.

Zamanın ve bilginin yolunda bir sonraki buluşmamızda yeniden görüşmek üzere,

rüzgarınız hayalleriniz, pusulanız kalbiniz olsun.

İyi seyirler.

Bunları da sevebilirsiniz