Merkantilistlerin Haklı Olduğu Noktalar (1. Bölüm)

2025 Ekim ayında ülkemizden çıkan önemli iktisatçılardan Dani Rodrik’in “What Mercantilists Got Right” isimli makalesi National Bureau of Economic Research’de yayımlandı. Liberal kimliğiyle tanınan Rodrik bu makalesinde Adam Smith’in eleştirileriyle bir dizi mantık ve politika hatası olarak görülen Merkantilizmin aslında değişmez bir doktrin olmadığını, çeşitli pragmatik uygulamaları kapsadığını ve çoğunlukla olumlu sonuçlar verdiğini düşünüyor. Ona göre; Alexander Hamilton ve Friedrich List’in ticaret korumacılığı savunusundan Hans Singer ve Raul Prebisch’in ithal ikameci fikirlerine ve daha yakın dönemde Doğu Asya’nın ihracat odaklı sanayileşme modellerine kadar uzanan “Kalkınmacılık” adlı süregelen gelenekte etkisini sürdürdü. Merkantilizmin 3 temel ilkesinin hala ilgi gördüğünü düşünüyor:

  • üretim ve istihdam (ve onların bileşimi)

  • iş dünyası ve devlet arasında yakın işbirliği

  • bağlama özgü, pragmatik ve genellikle alışılmamış politikalara duyulan ihtiyaç

1980’de PBS, Milton Friedman’ın sunuculuğunu yaptığı Free to Choose adlı TV dizisini yayımladı; bu program, serbest piyasa ilkelerinin erdemlerini vurguluyordu. Friedman, bir kurşun kalem örneği üzerinden, dünyanın dört bir yanındaki binlerce insanın ve çeşitli malzemelerin koordinasyonunun, merkezi bir otorite olmadan piyasa mekanizmaları sayesinde mümkün olduğunu göstermişti. Kalemin ahşabı Washington eyaletinde kesilen ağaçlardan gelmişti. Ağaçları kesmek için kullanılan testere ise çelikten yapılmıştı ve bunun için de başka bir yerden çıkarılan demir cevheri gerekiyordu. Kalemin içindeki grafit muhtemelen Latin Amerika’dan geliyordu. Silgi ucundaki kauçuk büyük ihtimalle Malezya’dandı. Boyadan yapıştırıcıya kadar dünyanın dört bir yanında, farklı diller konuşan ve farklı inançlara sahip binlerce insan bu kalemin üretimine dâhil olmuştu. Üstelik bu insanlar birbirlerini tanımıyorlardı ve onlara ne yapacaklarını söyleyen ya da eylemlerini koordine eden merkezi bir otorite yoktu. Bu yaklaşım, Friedman’ın Adam Smith’in “görünmez el” kavramını yeniden dile getirmesiydi; Smith, Ulusların Zenginliği’nde benzer şekilde, işbölümü aracılığıyla piyasaların kaynakları en verimli kullanımlara yönlendirdiğini ve farklı zanaatları bir araya getirerek tüketicilere ucuz ve verimli mal ve hizmet sağladığını örneklerle açıklamıştı.

Fakat 30 yıl sonra aynı kalem hikâyesini anlatacak “modern bir Friedman” ilginç bir açmazla karşılaşacaktı. 2010’lara gelindiğinde, dünyadaki kurşun kalemlerin çoğu Çin’de üretiliyordu. Ve bu durumu yalnızca piyasa koşullarıyla açıklamak çok daha zordu. Çin’in kalem üretiminde doğal bir üstünlüğü yoktu. Orman rezervleri Endonezya veya Brezilya’da daha boldu. Meksika ve Güney Kore grafit kaynakları açısından avantajlıydı. Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin teknolojileri daha gelişmişti. Elbette Çin’in ucuz işgücüne sahip olması bir avantajdı ama bu durum Bangladeş, Etiyopya ve diğer pek çok düşük gelirli ülke için de benzerdi.

Çin’in imalatta nasıl baskın hale geldiğini yalnızca merkezi olmayan ve tarafsız piyasaya dayandıran herhangi bir açıklama ciddi şekilde eksik kalacaktır. Hikâyeye know-how edinip bunu paylaşan devlet işletmeleri, girişimcileri teşvik eden kredi ve diğer sübvansiyonların rolü, Çinli üreticilere dünya pazarlarında rekabet üstünlüğü sağlayan döviz kuru yönetimi gibi devletin görünen elini eklemek gerekir. Ekonomi tarihinde eşine az rastlanan Çin’in ekonomik büyüme mucizesi, önceki tüm başarı örneklerinde olduğu gibi, özel girişimcilik ile devletin yönlendirmesinin özgün bir bileşimiydi.

Smithçiler ve Merkantilistler

Tüketim mi öncelikli olmalıdır yoksa üretim mi sorusu bu iki perspektifin çatıştığı belki de en önemli konudur. Smith ekonomik analizlerin merkezine tüketiciyi ve refahı koymuştur. Smith der ki: “Tüketim, tüm üretimin yegâne amacı ve hedefidir; üreticinin çıkarları ise yalnızca tüketicinin çıkarlarını destekleyecek ölçüde gözetilmelidir.”. Hatta bu ilkenin o kadar açık ve kendiliğinden anlaşılır bulur ki kanıtlamaya gerek olmadığını ekler. Dolayısıyla merkantilistlerin üreticilere aşırı derecede önem vermelerini eleştirir. Oysa merkantilist sistemde, tüketicinin çıkarları neredeyse sürekli olarak üreticinin çıkarları uğruna feda edilir. Tüm sanayi ve ticaretin nihai hedef ve amacı olarak tüketim değil, üretim olarak görülür.

Merkantilistlerdeki çok eleştirilen, üretime ve arza olan takıntı uluslararası ticaret fazlası elde etmeye yönelik eğilimden kaynaklanır. Merkantilistler, ekonomik politikanın önemli hedeflerinden birinin diğer ülkelerden mümkün olduğunca fazla altını ülkeye kazandırmak olduğunu varsayıyorlardı. Bunu sağlamanın yolu ise, ihracatın ithalatı aşmasıyla dış ticaret fazlası vermekti.

Smith’in ikna edici bir şekilde anlattığı gibi; devlet hazinesinde kıymetli maden biriktirmenin başlı başına bir amacı yoktur, en fazla gelecekteki tüketim için bir araçtır. Ancak ticaret fazlası başka şekilde değerlendirilebilir. İç üretimin iç tüketimi aşması isteği olarak düşünülebilir. Her ne kadar çağdaş iktisadi düşüncelere ters olan bir dürtü olsa da, birçok ülke (özellikle Çin) bunu iyi değerlendirmiştir.

Ayrıca merkantilistler ticaretin ve üretimin nasıl bir yapıda olması gerektiğine dair belirgin görüşlere sahipti. Nihai ürün üretimini ve ihracatını tercih ediyorlardı. Oysa hammaddeler ekonomilerine katma değer sağlamıyordu ve dolayısıyla ithal edilebilirlerdi. Bu elbette politika yapıcıların farklı üretim türleri arasında tarafsız kalması gerektiğini savunan güncel iktisatla çatışıyor. Piyasa fiyatlarının toplumun biçtiği değerleri yansıttığı varsayıldığından, 100 dolarlık bir nihai ürünle hammadde arasında bir değer farkı olmamalı.

Elbette iyi eğitimli her ekonomistin bildiği gibi üretim yapısının önemli olduğu durumlar vardır. Görünmez el teoreminin geçerli olması için gerekli şartların olmadığı durumlarda piyasalar kaynakları her zaman etkin biçimde tahsis edemez ve tüketim imkânları maksimize edilemez. Bu tip durumlarda teşvikler veya vergiler yollarıyla devlet müdahalesi faydalı olabilir. Örneğin yarı iletken üretimi, ekonominin geri kalanına öğrenme ve teknolojik yayılım etkileri sağlayabilir. Ya da henüz gelişme aşamasındaki sanayi kümeleri, yaygın ölçek ekonomilerinin neden olduğu koordinasyon sorunları sebebiyle bir türlü hayata geçemeyebilir. Bu tür koşullar hesaba katıldığında, Smithçi ve merkantilist yaklaşımlar arasındaki keskin karşıtlık yumuşatılabilir ve hatta tamamen uzlaştırılabilir.

Ancak nereden başladığımız önemlidir. Her paradigma genellikle sorgulanmayan bazı temel varsayımlara ihtiyaç duyar. Aksi yönde güçlü ve ikna edici kanıtlar olmadıkça, ana akımcı bir ekonomist devletin bazı sektörleri desteklemesine genellikle karşı çıkar. Ancak merkantilist ya da kalkınmacı bakış açısına sahip bir analist neyin nasıl üretileceği konusunda karar almaktan çekinmez. Üretim alanına yönelik müdahaleleri savunanlarla karşı çıkanlar arasındaki “ispat yükünün” tersine dönmesi, devletin arz yönlü müdahalelerine farklı düzeyde engeller çıkarır ve bu durum ekonomik politikanın uygulanması açısından önemli sonuçlar doğurur. Bu nedenle Doğu Asya tarzı sanayi politikalarını ya son derece doğal ya da tamamen aykırı uygulamalar olarak görmeye eğilimliyiz.

İkinci önemli fark, devletin iş dünyasıyla nasıl bir ilişki kurması gerektiğiyle ilgilidir. Smith, devlet müdahalesinden hoşlanmıyordu ve bunun nedeni devlet müdahalenin verimsizlik yaratacağı düşünmesinden ibaret değil, aynı zamanda bugün “ahbap-çavuş kapitalizmi” olarak adlandırılan duruma yol açabileceğini iddia ediyordu. Devlet iş dünyasına ne kadar fazla müdahil olursa, şirketler de ekonomik politikaları o kadar kolay ele geçirip, toplumun aleyhine olacak şekilde kendi çıkarlarına yönlendirebilirlerdi. Bu olası kazançlar, firmaların lobicilik faaliyetleri ve diğer israf edici harcamalar yapmasına yol açardı. Bunun sonucu yaygın bir rant arayışı davranışıdır. Buradaki önemli nokta rant arayışı maliyetinin bu rantları yaratan politikaların maliyetinden daha yüksek olabilmesidir. Tahsis kaynaklı verimsizlik üçgen biçiminde “dara kaybı” yaratırken, rant arayışı nedeniyle oluşan israf çok daha büyük, dikdörtgen biçiminde kayıplar doğurur.

Bu kaygılardan çıkarılacak ders şudur: Devlet, firmalarla yakın ilişki kurmaktan kaçınmalıdır. Politikacılar bazen ekonomiye müdahale etmek zorundadır. Sözgelimi; tekelci davranışlarla veya belirgin dışsallıklarla karşılaştıkları zamanlarda müdahale etmelidir. Ancak bunu, firmaların etkisini aşırıya kaçırmadan, çıkar gruplarının süreci ele geçirme riskini göz önünde bulundurarak yapmalıdır. Bu durum, regülatörlerin regüle edilen firmalarla daha mesafeli ve yukarıdan aşağı bir ilişki kurduğu güncel ekonomik regülasyon modellerine de yansımaktadır. Asimetrik bilgiyle karşı karşıya olan düzenleyici, firmalardan istenen davranışı elde etmek için ödül ve ceza programları belirler. Bu tür çerçevelerde, firmalar yanlış beyan vermeye teşvik edildikleri için, onlarla doğrudan etkileşime veya iletişime girmek en iyi ihtimalle anlamsız; en kötü ihtimalle ise süreci ele geçirmeyi ve rant arayışını kolaylaştırarak zararlı olacaktır. Dinamik ortamlarda regülatörler, politikalarına ilişkin zor ve güvenilir taahhütlerde bulunmak zorundadır. Baştan belirlenmiş kurallardan firmaların davranışına bağlı olarak ortaya çıkan sonuçlara göre sapmak, firmalara hükümeti manipüle etme fırsatı verir.

Merkantilist ve kalkınmacı uygulamalar ise, devlet ile iş dünyası arasında çok daha yoğun etkileşime izin verir ve hatta bunu teşvik eder. Politikalar, firmalarla istişare ve iş birliği içinde şekillenir. Bu iş birliği zaman içinde sürer ve politikalar hem değişen koşullar hem de firmalardan alınan geri bildirimler doğrultusunda revize edilir. Bu yakın ve yinelemeli ilişki, bilgi toplamanın faydaları ile firmanın etkisi altında kalma riskini farklı bir şekilde dengeler. Bu yaklaşım, firmaların karşılaştıkları zorluklar ve fırsatlar hakkında fikir sahibi olma imkânını en üst düzeye çıkarır ve politikaların buna uygun biçimde güncellenmesine olanak tanır. Bu yaklaşım aslında başka bir riski azaltmaya odaklanır. Devletin yukarıdan aşağı ve uzaktan tasarladığı politikaların işe yaramama riskini azaltır. Çünkü gerekli bilgi karmaşık ve çok boyutludur. Bu nedenle devletin kendi adına firmalardan bilgi alıp onları yönlendirmesi şeklinde kurulan ilişkilerle, kısacası “asil–vekil” ilişkileri yoluyla, bu bilgiyi elde etmek mümkün değildir. Bu alternatif düzenleme modelinin teorisi, Charles Sabel ve çeşitli yazarlar tarafından geliştirilmiş ve “deneysel yönetim” olarak adlandırılmıştır.

Üçüncü önemli fark, Smithçi dünya görüşünün ekonomi literatürüne, serbest piyasanın ve özel girişimin erdemleri hakkında genel ve bağlamdan bağımsız fikirler sunan evrensel bir paradigma olarak yerleşmiş olmasıdır. Milton Friedman ve Chicago Okulu’nun diğer üyeleri Smith’in bilgeliğini kitlelerine böyle aktarırken, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi seçkin karar vericiler de Smith’i bu şekilde anlamışlardır. Ancak gerçekte bu perspektif Smith’i harcamakta ve yanlış anlatmaktadır. Jonathan Levy’nin belirttiği gibi, Smith piyasa hakkında evrensel ve soyut doğrulara inanmamaktaydı ve tüm politika yapıcıların uyması gereken genel bir doktrin olarak laissez-faire’i benimsememişti. Yine de eğilimleri serbest piyasayı desteklemek ve devlet müdahalesine karşı olmak yönündeydi. Ekonomide devlet müdahalesinin başarılı örneklerini, diğer durumlarda uygulanabilecek bir model olarak görmek yerine, çoğunlukla istisna olarak değerlendirirdi.

Buna karşılık merkantilistler, genel teoriler ve evrensel reçetelerle pek ilgilenmezlerdi. Ticaret, iş dünyası ve devlet işlerinde pratik kişiler olarak günlük meseleler ve hemen elde edilecek sonuçlarla ilgililerdi. Xiaoping Deng’in ‘Kedinin siyah mı beyaz mı olduğu önemli değil, yeter ki fareyi yakalasın’ görüşüne içgüdüsel olarak sempati duymaları muhtemeldi.

Büyüme Stratejileri

Free to Choose’ dizisi, Milton Friedman’ın Hong Kong’daki yoksulluktan zenginliğe uzanan dönüşümü ve serbest piyasanın rolünü anlattığı sahneyle başlar. Friedman, Hong Kong’u konut yatırımı dışında neredeyse tamamen serbest piyasa uygulayan bir şehir olarak görüyordu ve şehrin hızla büyümesinde emek yoğun ihracatlar etkiliydi. Friedman şöyle demişti: “Serbest piyasanın gerçekten nasıl işlediğini görmek istiyorsanız, burası gelmeniz gereken yerdir.”.

Ancak Hong Kong özel olmasının nedeni serbest ticaret ve serbest piyasalar yoluyla büyümenin bilhassa faydalı bir örneğini sunması değil, tek örnek olmasıydı. Doğu Asya ve başka yerlerdeki başarılı ülkeler arasında, Hong Kong oldukça istisnai bir durum olarak öne çıkıyordu. Japonya, Tayvan ve Güney Kore, ticareti sıkı şekilde yönetiyor ve kapsamlı sanayi politikaları uyguluyordu. Singapur serbest ticaret uygulasa da, iç yatırımın teşviki ve ekonomisini çeşitlendirmek için kapsamlı sübvansiyonlara başvuruyordu. Çin ise, 1970’lerin sonlarından sonra piyasalar ve dünya ekonomisi yönelimi olmasına rağmen Çin’i serbest piyasa ekonomisi saymak güçtür.

Her bir örnekteki kurumsal düzenlemeler, Batı normlarından veya Washington Konsensüsünü benimseyenlerin savunduğu yaklaşımlardan epey farklıydı ve merkantilist paradigmaya daha yakındı. Standart modelde mülkiyet haklarının özel ve güvence altında olması beklenir. Ancak Doğu Asya yöneticileri her zaman bu beklentiye uymamıştır. Güney Kore’de, 1961’deki askeri darbenin ardından gücü ele geçiren Cumhurbaşkanı Park Chung-hee’nin ilk icraatlarından biri, ülkenin önde gelen çok sayıda iş insanını hapse atmak oldu. Park, bu kişileri işlerine el koymakla tehdit etti ve yalnızca ihracat hedeflerini yerine getireceklerine ve ulusal kalkınma için gerektiğinde tüm mülklerini bağışlayacaklarına dair taahhüt aldığında serbest bıraktı. Çin’de ise özel mülkiyet resmi olarak ancak 2000’li yıllarda tanındı ve devlet mülkiyeti sanayide hâlâ önemli bir rol oynuyor. Benzer şekilde, Batı tipi ekonomilerde tekel karşıtı düzenlemelerin merkeziyetsiz ve rekabetçi piyasaları güvence altına alması bekleniyor. Bununla birlikte Japonya ve Kore gibi ekonomiler, büyük holdinglerin hâkimiyeti altına girmiş ve zaman zaman devletin zorunlu kıldığı kartellere de başvurulmuştur. Japonya’nın geleneksel ömür boyu istihdam uygulamaları, rekabetçi işgücü piyasası fikrine aykırıydı. Bölgedeki tüm ekonomilerde, Hong Kong hariç, sanayi politikaları yaygındı. Bu politikaların çoğu, hükümetler ile firmalar arasında yakın işbirliği ve koordinasyon gerektiriyor ve iş dünyasına mesafe konulması gerektiği normunu ihlal ediyordu.

Kamu algısında, Doğu Asya, Smithçi paradigma ile karşılaştırıldığında farklı, alternatif bir ekonomik politika modeli oluşturur. Ancak farklı ülkelerdeki uygulamalar arasında bazı ortak noktalar bulunsa da, birçok fark da var. Hong Kong ve Singapur serbest ticaret uygularken, diğerleri ekonomik kalkınma süreçlerinin başlangıçlarının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen yüksek ticaret bariyerlerini sürdürdü. Çin, ihracat hamlesine oldukça kendine özgü bir şekilde; özel ekonomik bölgeler kurup bunları serbest ticaret kuralları altında işletirken, ekonominin geri kalanını sıkı şekilde koruyarak yola koyuldu. Çin, Doğu Asya ülkeleri arasında, ticaret fazlası hedefleyen merkantilist reçeteyi en açık şekilde benimseyen ülke oldu. Buna karşılık Güney Kore, kalkınma on yıllarında genellikle ticaret açığı veriyordu. Ortak bir yönelim olsa bile, spesifik politikalar farklıydı. Örneğin, Güney Kore sanayileşmeyi ucuz banka kredileriyle teşvik ederken, Tayvan ağırlıklı olarak vergi teşviklerine başvuruyordu. “Doğu Asya modeli” fikri, aslında ortaya koyduğu kadarını da gizlemektedir.

Bununla birlikte ekonomi ilkeleri doğru şekilde anlaşıldığında, bu uygulamaların hiçbiri zorunlu olarak ihlal anlamına gelmez. Çağdaş ekonomik teori, tüm bu farklılıkları, ikinci en iyi çözümler olarak yerel koşullara uyum sağlama örnekleri olarak gerekçelendirmemize olanak verecek kadar zengindir. Sanayi politikaları, öğrenme yayılımına ve koordinasyon eksikliklerine yanıt olarak anlaşılabilir. Kurumsal yönetim veya sanayi organizasyonundaki anormallikler, finansal piyasaların işlevini yerine getirememesinin bir sonucu olarak görülebilir. Karma mülkiyet hakları rejimleri, güçsüz hukuki uygulama bağlamında üçüncü taraf yaptırım eksikliklerine atıfta bulunularak gerekçelendirilebilir. Ekonominin büyük bir kısmı kontrol altında kalırken bazı alanlarda fiyatların serbest bırakıldığı iki kademeli fiyatlama sistemleri, yeniden dağılım veya işsizlik gibi endişeler bağlamında anlamlı olabilir.

Görünüşe göre, Doğu Asyalı politika yapıcıları o dönemde dışsallıklar veya ikinci en iyi çözümler konusunu pek dikkate almıyorlardı. Onlar ihracat, rekabetçilik, yatırım, iç bağlantılar ve yurtiçi katma değer gibi hedefleri izliyorlardı. Bu hedefler geleneksel ekonomik teori yerine merkantilist bakış açısından daha çok anlam kazanıyor. Güney Koreli politika yapıcıların, sanayi önceliklerini belirlerken bir zaman önce Japonya’nın üretim süreçlerini inceleyerek firmalarını bu üretim yapısını taklit etmeye teşvik ettikleri söylenir. Ayrıca, oradaki politika yapıcıların Washington Uzlaşısının standart kılavuzunu takip etmedikleri de bir gerçektir. Onlar, deney yapmaya ve politika inovasyonuna ana akım ekonominin izin verdiğinden daha çok açıktılar.

Özetle, tarihin en şaşırtıcı ekonomik kalkınma deneyimi olan Doğu Asya’nın büyüme hikâyesi merkantilist düşünce ve uygulamanın kilit unsurları göz önünde bulundurulmadan tam olarak anlaşılamaz. Bu, yalnızca Doğu Asyalı politika yapıcılarının uygulamalarının sıklıkla laissez-faire’den ziyade merkantilizme daha yakın olduğu yönündeki betimleyici bir anlamda değil, açıklayıcı anlamda da geçerlidir. Bu politikaların nasıl ve neden işe yaradığını merkantilist kurallar kitabından alınacak bilgiler olmadan açıklamak zordur. Elbette merkantilizmden esinlenmiş politikaları uygulamaya çalışıp başarısız olan birçok ülke vardır. Ancak Hong Kong hariç, serbest piyasa politikalarına daha yakın durarak daha iyi veya eşdeğer performans gösteren başka bir ülke örneği bulunmamaktadır. Doğu Asya’dan çıkarılacak bir diğer önemli ders ise, politikaları bağlama özgü uyarlamanın her şey olduğudur.

Bunları da sevebilirsiniz