Bir zamanlar ayaklarımızın altında duran toprak ekranların soğuk camına dönüştü; parmak uçlarımızla dünyanın nabzını tuttuğumuzu sanıyoruz ama kendi ruhumuzun sesini kaybediyoruz. Topraktan veriye, unutuştan algoritmaya savrulduk. Peki, hâlâ kendimize tutunabilir miyiz?
Toprağın altından çıkan her buluntu, onu bir zamanlar tutan avuçların terini üzerinde taşır. Kazı evlerinin sararmış defterlerindeki notlar, rüzgârın yönü, güneşin açısı, sığır tüyü fırçanın titrek izi yalnızca arkeologların disiplini değil; toplumun kendi yüzüne eğilip “Ben kimdim?” diye sorabilme cesaretidir. Bir zamanlar ışık, yukarıdan değil toprağın içinden doğardı. Köy evlerinin penceresinden süzülür, annenin tandır başına düşer, harman yerinde savrulan tozlara konardı. Gün doğarken sadece aydınlatmazdı; hatırlatırdı. Tarlanın sabrını, taşın suskunluğunu, gölgenin sınırını… Doğa, insanın belleğiydi; beklemeyi, susmayı, zamanın ritmini ondan öğrendik. Sonra ışık yön değiştirdi. Topraktan değil, ekranlardan gelmeye başladı. Kokuyu unuttuk, rüzgârın hiçliğini, çiğin sabah yaprağına değen gölgesini. Artık birbirimizin yüzüne değil; ekranlara bakıyoruz. Güneşin şefkatini, gölgenin sınırını, toprağın direncini kaybettik. Işık yol gösteren değil; hayatımızı görünür kılıp içimizden soğuk bir el gibi geçen… Bizi kör eden artık karanlık değil algoritmalar. Parmak izimizi, sesimizi, düşüncemizin gölgesini veriye dönüştüren; rakamların başladığı yerde ruhu susturan algoritmalar an be an ışıktan yapılmış cehalet üretiyor. Eskiden cehalet bilmemekti; şimdi cehalet, bilip de hissedememektir. Bilgi çoğaldı, bilgelik sustu. Hatırlamak yerini kaydetmeye bıraktı; anlam, tüketilmeye. Yüzyılın karanlığı güneşin batması değil; ekranların hiç kapanmamasıdır. Biz buna “ışıktan körlük” diyoruz. Günümüz cehaleti bilmemek değil, bilip de hissedememektir. Fazla ışık, karanlıktan daha derin bir körlük yaratıyor: cahiliye distopyası. İçinde yaşadığımız çağ sadece dijital değil; yeni bir cahiliye çağıdır. Toplumlar toprakla, orduyla, yasalarla ayakta kalmaz; hatırlama biçimleriyle yaşar. Hafızasını kaybeden toplumlar önce yönünü, sonra yüzünü yitirir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Roma çökmeden önce surları değil, “erdem” kelimesinin içi boşaldı. Senato hâlâ toplanıyor, tapınaklar ayakta duruyordu; ama Roma erdemi sadece mermer yazıtlarda, soğuk heykellerde yaşayan bir hayaleti andırıyordu. Endülüs’te Kurtuba Kütüphanesi yüz binlerce kitabı saklıyordu ama kimse o kitaplarda yazılı soruları sormuyordu. Bilgi vardı, merak yoktu. Böylece çürüme duvarlarda değil, zihnin kıvrımlarında başladı. Antik Yunan’da Sokrates’in ölümü sadece bir filozofun susturulması değildi; bir uygarlığın soruya tahammülünü kaybetmesiydi. O gün Atina’da surlar yıkılmadı, ama düşüncenin temeli çöktü. Osmanlı son nefesine kadar seferler yaptı; bazı tarihçiler cesurca sordu: “Neden yeniliyoruz?” değil, “Neden düşünmüyoruz?” Yenilgi önce orduda değil, dilde başlar. Sarayların gölgesinde kelimeler yorulur, anlam azalır, hatıralar sesini kaybeder. Yıkım taşlarda değil, cümlelerde ürer. İnsanlık tarihi bize hep aynı sırrı fısıldar: Önce kelimeler ölür, sonra şehirler. Kelimeler solduğunda taşlar da kendi yalnızlığına bırakılır. Uygarlıklar temellerini taşlardan değil; ortak sorulardan alır: Ne istiyoruz? Neden korkuyoruz? Kime güveniyoruz? Günümüzde bu soruların yerini hızlı ezbere dayanan cevaplar aldı. Ekranlar bize düşünmek için zaman vermiyor, sadece tüketmek için hız sunuyor. Soru sormak sabır ister yalnızlık ister iç sessizliği ister. Ancak hız, bu çağın en görünmez inancı oldu. Sabırsız bir çağdayız: iç sesi duymayan, sadece bildirim sesiyle irkilen bir çağ…
Sorular sustuğunda yalnızca düşünce değil; insanın yön duygusu da kaybolur. Çünkü hatırlamak için önce bakabilmek, odaklanabilmek gerekir. Zihnin dikkati paramparça olmuşsa, neyi hatırlayacağını da bilemez. Bu yüzden bugün asıl kayıp düşünce değil, yön bulma yetimizdir. Eskiden bakmak sadece görmek değildi; temas etmek, anlamaktı. Bir insanın yüzüne bakmak bile sorumluluk taşırdı. Şimdi gözlerimiz dolu, içimiz boş. Her şeye bakıyoruz ama hiçbir şeyi göremiyoruz. İzliyoruz, kaydırıyoruz, geçiyoruz. Hiçbir şey bizde iz bırakmıyor. Odak yoksa düşünce yüzeyde kalır. Böyle olunca bilgi artar ama anlam oluşmaz. İnsan olup biteni kavrasa da neden-sonuç ilişkisini kuramaz. Bildiğini sanır, hissedemez hale gelir. Dikkatimizi parçalara ayıran bir düzenin içindeyiz. Ne düşündüğümüzden önce, neye kaç saniye baktığımız kaydediliyor. “Doğru mu?” sorusu önemini yitirmiş; yerine “Kaç kişi gördü?” sorusu geçiyor. Görünür olmak, var olmanın ölçüsüne dönüşüyor. Böylece hakikat yerini istatistiklere bırakıyor. Doğru olan değil, çok izlenen kazanıyor. Fark etmeden buna alışıyor, razı oluyoruz. Bir zamanlar karanlıktan korkuyorduk. Şimdi ise gece değil, hiç sönmeyen ışık yoruyor bizi. Bu ışık güneşin ışığı değil; ısıtmayan, gölge doğurmayan, hiçbir hatırayı taşıyamayan yapay bir parlaklık. Gözlerimizi açık tutuyor, içimizi aydınlatmıyor. Yolu göstermiyor, görünür kılıyor. Aydınlandığımızı sanırken yavaşça körleşiyoruz. Gerçek ışık toprağa düşerdi; sabahın serinliğine değen çiçeği, duvardaki gölgeyi, taşın yüzündeki zamanı hatırlatırdı. Oysa bu yapay ışık gölge bırakmıyor. Gölge yoksa sınır da yok… İnsan ışıkla kuşatılmış halde ama yönsüz. Hafıza da böyle kayboluyor: karanlıkta değil, fazla ışığın içinde; yapaylaşarak… Gece değil, hiç sönmeyen yapay ışık yoruyor bizi. Güneşin ışığı gibi değil; ısıtmıyor, gölge bırakmıyor, toprağa değmiyor. Gözümüzü açık tutuyor görmemizi engelliyor, bilgiyi gürültüye boğarken duymamızı engelliyor, uyutuyor, içimizi uyandırmıyor. Kendimizi aydınlanmış sanırken, aslında yönümüzü kaybediyoruz. Oysa hakikat karanlıkta değil, gölgede şekil bulur; her şeyin aynı parıltıya boğulduğu yerde insan da hafıza da silikleşir. Olan biteni seyrederek yaşamaya alıştıkça, unutuş sıradan bir refleks haline gelir ve belki de bu süregelen cahiliye distopyasının en büyük nedenidir. Eskiden cahillik bilmemekti; şimdi her şeyi bilip hiçbir şey hissetmemek. Toprağın sıcaklığını kaybettik, nefesin sesini, gölgenin güvenini, annenin sabah ocağından yükselen sessiz hakikati kaybettik. Bilgimiz arttı ağırlığımız azaldı. Hafızamız var hatırlamıyoruz. Görüyoruz tanık olmuyoruz. En kötüsü: buna alışıyoruz. Işığın içindeyiz yönsüz; bağlantıdayız bağsız, sahi yaşıyoruz muyuz? Kurtuluş daha fazla ışıkta değil; ışığın nereye kadar uzandığını fark etmekte. Bilmeliyiz ki gölge karanlık değildir; varlığın hatırladığı yerdir. İnsan sadece hatırladığı kadar değil, unutmamayı seçtiği kadar da insandır. Belki karanlığa dönmek gerekmez. Belki sadece o yapay ışığın altında kalmaktan vazgeçip, bir anlığına bile olsa başımızı kaldırıp gökyüzünün karanlığında hâlâ parlayan o tek yıldızı fark etmek yeterlidir. Hilalin yanı başında duran yıldız bize hâlâ şunu fısıldıyor: Gözcü sensin. Hatırlayan sensin. Düşünebiliyorsan, henüz kaybolmadın.
