Cumhuriyet’in — özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin — en göz ardı edilen ama en hayati özelliği, bireyi özne haline getirmesidir.
Asıl devrim, tebaadan vatandaşa geçişte gizlidir; çünkü o anda insan, tarihin nesnesi olmaktan öznesi olmaya adım atmıştır.
Bu yalnızca bir yönetim biçimi değil, insanın kendi kaderini belirleme hakkının tanınmasıdır.
Cumhuriyet, insanın doğuştan sahip olduğu aklı, vicdanı ve özgür iradesiyle kamusal hayata katılmasını mümkün kıldı. Kadınların seçme-seçilme hakkı, laik eğitim, hukukun üstünlüğü, yurttaşlık bilinci — hepsi bu öznenin inşasının parçalarıydı.
Ne var ki zamanla Cumhuriyet çoğu kez yalnızca bir devlet formu, bir “modernleşme projesi” olarak anlatıldı.
Oysa özü, düşünen, sorgulayan, hak talep eden bireyi yaratmaktı.
Bu birey olmadan ne demokrasi yaşar, ne bilim gelişir, ne de adalet kök salar.
Kısacası, Cumhuriyet’in en çok unutulan yönü, “özgürlük” kelimesinin duvarlara değil, insanın içine yazılmış olmasıdır.
Bugün Cumhuriyet’i düşünmek demek, o içsel özgürlüğü hatırlamak demektir — devletin değil, yurttaşın merkezde olduğu bir gelecek hayaliyle.
Yeni Bir Özne Arayışı
Bugünün dünyasında, insanın üretim biçimi kadar, niyeti de sorgulanmalı.
Toplumun dönüşümüne tanıklık eden herkesin karşılaştığı temel soru aynıdır:
“Bireyin anlamı topluma nasıl yansır?”
Bu soru artık yalnızca bir entelektüel merak değil, çağın politik ve ahlaki eksenidir.
Kolektifin gelişimiyle bireyin içsel tatminini birleştiren bir anlayış olmadan, adalet de sürdürülebilirlik de eksik kalır.
Ürettiğimiz her şey hem bizi hem çevremizi büyütebilmeli; bolluk ve huzur, paylaşarak çoğalmalı.
Bu bakış, Cumhuriyet’in özünü dirilten bir toplumsal bilinç tohumu olmalıdır.
Cumhuriyet insanı kamusal hayata taşıdı; bugün görevimiz, o insanı bilinçli üreticiye dönüştürmek.
Çünkü çağ değişti: artık mesele yalnızca yönetenin kim olduğu değil, nasıl yaşadığımız.
Bu bilinç, bireysel farkındalığın toplumsal faydaya dönüşmesidir.
Anlam bulan birey etikleşir; paylaşan birey adil hale gelir.
Yani Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında yurttaşlık, sadece oy vermek değil — değer üretmek demektir.
Gerçek sürdürülebilirlik, bir sertifikadan değil, bir bilinçten doğar..
Bir yerin, bir topluluğun ya da bir toplumun gelişimi; insanların kendi hikayelerine inanmasıyla mümkün olur.
Bu yüzden “paylaşarak çoğalmak” yalnızca ekonomik değil, kültürel ve varoluşsal bir stratejidir.
Artık adalet sistemle değil, ilişkiyle kuruluyor.
Ve bu ağ — üreticiden gezgine, yerelden dünyaya — modern dünyanın en büyük eksikliğini gideriyor: bağ hissini.
Sosyal Demokrasinin Eksik Halkası
Sosyal demokrasi, refah ve adaletin en insani formunu sundu. Ancak bugün dünya bu modelin sınırlarına geldi.
Sosyal devlet, insanı korudu ama onu özne haline getirmedi.
Devlet vatandaşını yaşattı ama insanın yaşam amacını tanımlamadı.
Gerçek dönüşüm, “devlet ne yapar”dan değil, “insan kim olur”dan başlar.
Bu bir liberal bireycilik değil; özgür, üretken, bilinçli yurttaşın yeniden inşasıdır.
Sosyal demokrasi refahı eşitledi, ama anlamı dağıtamadı.
Oysa anlam, üretim gibi; paylaştıkça çoğalır.
Refah paylaşıldı ama ruh yoksullaştı; işte bu nedenle yeni çağın yaklaşımı, sosyal devletin bıraktığı yerden başlıyor.
Adaleti gelirle değil, değerle ölçüyor.
Kalkınmayı üretimden çok, toplumsal dayanışma bilinciyle tanımlıyor. Yani ekonomiyle değil, etikle kurulan bir refah anlayışı.
Etik Kapitalizmin Sınırı ve Anlamın Ekonomisi
Bugün bazı çevreler bu dönüşüm arayışını “etik kapitalizm” olarak adlandırıyor.
Etik kapitalizm, modern sistemin içinden doğmuş bir reform hareketi.
“İyi iş yaparken iyi insan olunabilir” der; kârla vicdanı uzlaştırmaya çalışır.
Ama bu yaklaşım, motoru kâr olan bir araca ahlaki direksiyon takmakla yetinir.
Sesi yumuşatır ama yönü değiştirmez
Etik kapitalizm toplumu iyileştirebilir, fakat insanın anlam açlığını gideremez.
Çünkü “nasıl üretelim” diye sorar, “niçin üretelim” diye değil.
Sistemin sınırları içinde nefes alır; oysa ihtiyacımız olan, sistemin anlamını yeniden yazmaktır.
Gerçek dönüşüm, kuralların değil, niyetin değişiminden doğar.
Ekonomi artık yalnızca üretimin değil, anlamın da alanı olmalıdır.
Kâr, son değil; katkının sonucudur.
Zenginlik, biriktirmekte değil, paylaşarak çoğaltmakta anlam bulur.
Adalet, sistemin değil, bilincin ürünüdür.
Bu nedenle yeni bir çağın eşiğindeyiz: etik kapitalizmin ötesinde, anlamın ekonomisi.
Ulusal Bilinçten Evrensel Sorumluluğa
Cumhuriyet’in temeli olan ulusal bilinç, yalnızca toprak sevgisi değil, sorumluluk duygusudur.
Köklerini bu topraktan alan ama yönünü insanlığa çeviren bir bilinçtir o.
Bugün ulusalcılığın anlamı yeniden tanımlanmalı:
kendini dünyadan yalıtarak değil, kendi değerleriyle dünyaya katkı sunarak var olmak.
Ulusalcılık, var olmanın hafızasıdır;
ama bu hafıza durağan değil, üreten hafıza olmalıdır.
Köklerine sahip çıkmak, onları bugünün dünyasına tercüme etmekle mümkündür.
Bu bakış, hem tarihine sadık hem de geleceğe açık bir duruş önerir.
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” tanımı tam da bu çizgidedir:
aklın özgürlüğü, vicdanın derinliği ve bilgeliğin cesareti.
Cumhuriyet’in ulusal kimliği, dünyaya kapanmak için değil; dünyaya katkı sunmak için bir zemin kurdu.
Bugün aynı ilke, “anlam üreten yurttaş” fikriyle yeniden canlanabilir.
Yeni Bir Zemin: Eko-Hümanizm
Bu yaklaşımın felsefi karşılığı, eko-hümanizm olarak tanımlanabilir.
Yani insanın anlamını yalnızca kendinde değil, yaşadığı ekosistemde araması.
İnsanı evrenin merkezi değil, bütünün bir parçası olarak görmek.
Bu bakış, Arendt’in “etkin yaşam” anlayışıyla Spinoza’nın “varoluşun sevinci” kavramını buluşturur.
Sevgi burada duygusal değil; varoluşun politik biçimidir.
Bir tohum ektiğinde, bir fikri paylaştığında, bir topluluğu iyileştirdiğinde siyaseti icra etmiş olursun.
Bu nedenle geleceğin siyaseti “refah”ın değil, uyumun siyaseti olmalı.
Çünkü refah sahip olmayı öğretir; uyum, birlikte var olmayı.
Refah bireyi korur; uyum ise onu güçlendirir.
Refah paylaşımı zorunlu kılar; uyum paylaşımı doğal hale getirir.
Eleştirel Perspektif: Eko-Hümanizmin Sınırları ve Olanakları
Eko-hümanizm, insanı doğanın parçası olarak konumlandırarak yeni bir etik düzen öneriyor.
Fakat bu düzenin uygulanabilirliği konusunda farklı görüşler var.
Gerçekçilik eksikliği eleştirisi, bu yaklaşımın ideallerinin mevcut küresel ekonomik yapıya karşı fazla naif kaldığını söyler.
Kapitalist üretim döngüsünün hızına karşı “bilinç dönüşümü” çağrısı, pratikte yavaş ve sınırlı ilerliyor.
Bir başka eleştiri, eko-hümanizmin politik belirsizliği üzerine.
Sistemi eleştiriyor, ancak yerine geçecek ekonomik ve yönetsel modeli net çizemiyor.
Bu yüzden bazı çevrelerce “iyi niyetli ama apolitik” olarak görülüyor.
Kültürel alanda da bir merkezcilik tartışması var:
Eko-hümanizm genellikle Batı düşüncesinden çıkmış bir kavram olarak görülüyor.
Oysa yerli halkların, Anadolu’nun ya da Asya’nın kadim kültürlerinde doğa-insan dengesi zaten eko-hümanist bir çizgi taşır.
Bu nedenle bazı düşünürler, bu felsefenin “yeniden icat edilmiş bir kadim bilgelik” olduğunu savunur.
Yine de bu eleştiriler, eko-hümanizmi zayıflatmaz; tersine, düşünsel olgunluğunu derinleştirir. Çünkü bu yaklaşım, insanın doğayla ve kendi benliğiyle kurduğu ilişkiye etik bir yön kazandırıyor.
Siyasi ideolojilerden çok yaşam biçimlerini etkiliyor; şehircilikten eğitime, sanattan turizme kadar pek çok alanda “birlikte var olma” bilinci yayıyor.
Türkiye’nin tarihsel ve kültürel birikimi, bu düşüncenin yalnızca teorik değil, yaşanmış bir örneğini sunuyor.
Ahi geleneği, Mevlevi öğretisi, Yörük yaşamı — hepsi doğa-insan uyumunu bin yıl önce tanımlamıştı zaten.
Bugün bu mirası modern bir dille yeniden okumak, ulusal kimlikle evrensel sorumluluğu buluşturabilir.
Savaşın Çağında Anlamın Direnci
Bugün insanlık yeniden savaşın gölgesinde yaşıyor.
Sınırlar bulanıklaştı, kimlikler parçalandı, halklar yerinden edildi.
Savaş yalnız coğrafyalarda değil, zihinlerde sürüyor artık.
Ve bu ortamda insan, en çok anlamını kaybediyor.
Tam da bu nedenle, Cumhuriyet’in kuruluş dönemi bize bugün için bir yol haritası sunuyor.
Atatürk, yıkımın ve işgalin ortasında yalnızca bir devleti değil, bir düşünme biçimini inşa etti.
Tanklara karşı fikirle, yokluğa karşı üretimle, umutsuzluğa karşı bilinçle direndi.
Cumhuriyet, askeri bir zaferin değil; zihinsel bir devrimin sonucuydu.
Bugün de benzer bir eşiğin üzerindeyiz.
Dünyanın her yerinde korku ve belirsizlik büyürken, özgürlüğün gerçek anlamı yeniden tanımlanmak zorunda.
Artık savaşlar toprak için değil, kaynaklar, kimlikler ve zihinler için yapılıyor.
Ama gerçek güvenlik, silahla değil, bilinçle ve ilişkiyle kurulur.
Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü, edilgen bir temenni değil, aktif bir üretim stratejisidir.
Barış, eylemsizlik değil; anlamlı bir eylemdir — bugünün ‘uyumun siyaseti’ anlayışı da tam olarak bunu söyler: barışı talep etmek değil, onu üretmek.
Çağımızın devrimi, fırtına dindiğinde değil;
fırtınanın ortasında aklını kaybetmeyenlerin omuzlarında yükselecek.
Ve bu yeni devrim sessiz ama derindir:
Kendini büyütürken dünyayı iyileştiren insanın devrimi.
Bireyden Topluma: Cumhuriyet’in Özü
Bu düşünce bireysel gibi görünse de aslında Cumhuriyet’in özüne uygundur.
Çünkü birey özgürleştiğinde toplum da özgürleşir.
Bir insan kendi anlamını bulduğunda, başkalarına zarar vermez;
ürettikçe paylaşır, paylaştıkça büyür.
İşte bu zincir, Cumhuriyet’in yüz yıl önce attığı tohumun yeniden filizlenmesidir.
Bugün artık “vatanseverlik”, yalnızca sınır beklemek değil,
değer üretmek, insan yetiştirmek, dünyayı onarmak demektir.
Bu, ulusal bilincin evrensel bir forma kavuştuğu yeni bir yurttaşlık biçimi olmalı.
Cumhuriyet’in Çağrısı
Dünya hızla değişiyor; bilgi çoğalıyor ama bilgelik az.
Bu çağda en büyük devrim, yeniden insan olmak.
Cumhuriyet’in özü olan “özgür birey”, artık anlam üreten yurttaş kimliğine evriliyor.
Devletin koruyuculuğundan çok, bireyin sorumluluğuna dayalı yeni bir uygarlık yükseliyor.
Ve inanıyoruz:
Bir insan kendi anlamını bulduğunda topluma hizmet eder;
toplum anlamını bulduğunda insanlık yükselir.
Belki de Cumhuriyet’in ikinci yüzyılındaki devrim,
kendini büyütürken dünyayı iyileştiren insanın sessiz devrimidir.
28 Ekim 2025, İstanbul
Zeynep Nisan
