Serbest Piyasanın Kendiliğindenliği Üzerine

Devletin ekonomideki rolünün ne olması gerektiği politik ekonomideki en temel sorulardan birisi. Son birkaç günde sosyal medyada tekrar gündeme geldi, biraz üzerine düşünmek gerek. Öncelikle neden gündeme geldi, onu konuşalım.

Nedenlerden birisi Arjantin. Bir buçuk yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten Milei, “devleti küçültmek” vaadiyle Arjantin’de bir sürü reforma kalkıştı. Bazı iktisatçılardan bu çalışmaları övenler oldu fakat önemli kamu harcamalarını ve ihtiyaç sahiplerinin parasını keserek düşürülen enflasyon olumlu bir ekonomik gösterge olmasa gerek. Teşbihte hata olmaz, parasızlıktan evdeki beyaz eşyaları satan birinin “elektrik faturası azaldı, iyi oldu” demesi gibi biraz.

İkinci bir neden ise ABD Başkanı Trump ile ABD Federal Rezerv Sisteminin başındaki Jerome Powell arasında yaşanan gerginlik. 1990’lardan beri neoliberal ortodoks görüş Merkez Bankalarının siyasi iktidardan bağımsız olmasını sağlıklı bir para politikası olarak şart görüyordu. Deniyordu ki para arzını belirleyecek olan kurumun kamu bütçesini harcayacak kurumdan ayrı olması gerek. Kısacası parayı basanla harcayanın ayrı olması gerektiği üzerine kurulu bu görüş bir süredir gelişmekte olan ülkelerde sorgulanır olmuştu. Türkiye bunun örneklerinden biri. Fakat ABD gibi bir ülkede bunun olması pek çok insanı fazlasıyla şaşırttı. Yine aynı soruya geldik: devlet ekonomiye ne kadar karışmalı?

Son olarak, dünyada genel bir liberteryen rüzgar esmeye başladı. Türkiye’de de temsilcileri bulunan bu görüş devletin ekonomiye karışmasını bir külfet, haksız bir kamu harcaması olarak görüyor. Genelde verimsiz kamu işletmelerini ve arpalığa dönüşen kamu kurumları örnek verilerek eleştirilen devletçi ekonomi 1990’larda artık tartışılmayacak bir ayıp olarak görülüyordu. Bugün tablo tersine döndü; kalkınmacı devlet tekrar alternatif bir reçeteye dönüştü. Bu nedenle buna dönük eleştiriler de hızla arttı.

Devlet-özel sektör ayrımına dayanan bu argümanlar genellikle devlet ve özel sektör ilişkisini bir “sıfır toplamlı oyun” olarak görürler. Yani, devlet bir sektöre x miktarda karışırsa, özel sektörün elinden x miktar alan almış olur. Sözleşmeleri onaylamak, sözleşmeye uymayanı kulağından çekmek ve memleketi dış tehdide savunmak dışında herhangi bir rolü üstlenen bir devlet, özel sektörün yapması gereken işi yapmaya çalışarak verimsizlik oluşturuyor, denir. Böyle bir şeyi söylemek için devlet ve özel sektörün tamamen ayrı varlıklar olduğunu kabul etmek gerektiği gibi bunların etkileşiminin de her zaman birbirini dışlayan, birbirine zarar veren kurumlar olduğunu düşünmek gerekir.

Bunun böyle olmadığını görmek için çok fazla devlet kuramı veya sosyoloji bilmeye gerek yok. Genel kültür düzeyinde tarih bilgisi yeter. Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm’de dediği gibi “laissez-faire (bırakınız geçsinler) planlanmıştı”. Laissez-faire, yani bırakınız yapsınlar anlayışı kendi kendine gelişmiş, piyasaların topluma spontan biçimde sunduğu bir felsefe değildi. Çok sayıda yasayla, kimi zaman ideolojik iknayla kimi zaman kaba kuvvetle kabul ettirilmiş bir sistem oldu. Bu piyasaların salt kötü olduğu anlamına gelmiyor elbette. Fakat piyasaların kendi başına bırakıldığı zaman daha düzgün çalışacağı görüşünün yanlışlığını gözler önüne seriyor. Devlet bazen piyasalardan kaynaklanan adaletsizliği düzeltmek için harekete geçer (bkz. ABD’deki New Deal veya tekelleri devlet erkiyle bozan Sherman Yasası), bazen kendi iktisadi gündemini ve enstrümanını kendi belirler (bkz. İngiltere’nin kurduğu Doğu Hindistan Şirketi), bazen özel sektörü destekleyerek kalkınmanın önünü açar (bkz. Asya Kaplanları). Gün olur, devletin altyapı yatırımı yapması gerekir. Gün olur, batmak için fazla büyük diyerek krizin elinden banka alması gerekir. Kısacası, piyasalar da devletler de tek başına hareket etmiyorlar. Daha da önemlisi bunlar kendi doğaları gereği iyi ya da kötü şeyler değiller; yöneticileri, içinde bulundukları koşullar, dostları ve düşmanlarına bağlı olarak bazen iyi, bazen kötü “şeyler” ediyorlar. Kime göre iyi, kime göre kötü sorularını da gündeme getirirsem, sanırım bir senelik siyaset felsefesi dersi konusunu buraya dökmüş olurum.

Bu dediğimi inandırıcı bulmayanlar neden 1970 ve 80’lerde çok sayıda ülkede (Türkiye, Endonezya, Arjantin, Şili, Brezilya, Güney Kore ve daha pek çok yerde) neoliberal reformların uygulanabilmesinin ancak askeri rejimlerle mümkün olabildiğini sormalılar. Çünkü piyasalar kendi kendilerine gelişen kurumlar değil, düzgün işleyebilmeleri için devlet müdahalesine gereksinim duyuyorlar. Tesadüf değil, devletin güçlü olduğu yerlerde piyasalar daha çok yer tutuyor. Yine de elbette, piyasaların devletin kendi işine çok karıştığını hissedip geri çekilmesini istediği dönemler olabilir. Devletin piyasalara güvenmediği zamanlar da olabilir. İkisinin çıkarlarının ters düştüğü ve kavga çıktığı zamanlar da olabilir. Genel ilkeyi değiştirmiyor.

Dolayısıyla, durduk yere devletin küçülmesini tartışanlara bunları hatırlatmak gerek. Ben devletin ekonomideki yerini tartışmaya varım fakat devleti piyasalardan da toplumdan da ayrı bir şey görerek, steril bir biçimde tartışmaya artık sabrım kalmadı. Yoksa devletin fabrikası mı olur diye nutuk dinliyoruz. Fakat elbette, bırakınız anlatsınlar, bırakınız biz de anlatalım.

Bunları da sevebilirsiniz