Tahayyülsüzlük Çağında Bir Savaş: İsrail-İran Çatışması ve Uluslararası Düzenin Krizi

Gelecekte kaleme alınacak tarih kitaplarında, Haziran 2025’in uluslararası ilişkiler açısından önemli bir dönüm noktası olarak anıldığına şahit olabiliriz. İsrail’in “Yükselen Aslan” adını verdiği bir operasyonla İran’ı hedef aldığı 13 Haziran ile; ateşkesin başladığı 24 Haziran arasındaki 11 gün hem Ortadoğu siyaseti hem de küresel siyaset açısından ibretlik görüntülere sahne oldu. Her ne kadar olaylar bu 11 güne sıkıştırılmış gibi yoğun bir biçimde yaşansa da, İran’ın bu operasyona “Gerçek Vaat 3” adını vermesi, yaşananların ani bir çatışmadan ziyade derinleşen bir krizin zirve anı olduğunu gösteriyordu. Gerçek Vaad 1 ve 2, Nisan ve Ekim 2024’te yine İsrail’in saldırılarına karşı hamle olarak düzenlenmişti.

Ortadoğu’nun savaşlarla, darbelerle ve kırılgan ateşkeslerle örülü yakın tarihine bakıldığında, ilk bakışta güneşin altında pek de yeni bir şey yok gibiydi. İsrail-İran savaşı, Ortadoğu’da sıkça rastlanan çatışmalardan biri gibi görünse de, uluslararası düzenin yalnızca sarsılmadığını, sınırlarına dayandığını tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

Her şeyden önce, Soğuk Savaş’tan sonra artan biçimde görülen şekilde, çarpışma düşük yoğunluklu bir vekil savaşı olarak başlamadı. Zira İsrail 7 Ekim 2023’ten beri Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek üzere uygulamaya koyduğu askeri stratejisiyle İran’ın özellikle Levant bölgesindeki vekillerini büyük ölçüde etkisizleştirmeyi başarmıştı. Zaten uzunca bir süredir, sırada İran’ın kendisinin olduğu dillendiriliyordu. Aslında İsrail’in doğrudan İran’ı hedef alması da yeni bir durum değildi. İsrail dönem dönem İran’ın özellikle nükleer tesislerini hedef alan saldırılarda bulunuyordu. Yeni olan ise İran’ın bu denli kapsamlı biçimde misilleme yapmasıydı. Zira İran genelde İsrail ve ABD’ye yönelik misillemelerini görece sembolik düzeyde tutuyor, vekillerini kullanıyor ve çatışmayı tırmandıracak denli kapsamlı saldırılarda bulunmuyordu. Ancak, İsrail’in son saldırısı, vekilleri etkisizleştirilen İran açısından sınırlara dayanıldığını göstermiş oldu.

Vekil savaşları, BM nezdinde tanınan modern devlete bir tür steril alan bırakıyordu. Devletler savaşı çıkaran ve sürdüren aktörlerin kendileri olmadığı görünümünden hareketle, politikalarını daha örtülü biçimde sürdürebiliyordu. Hatta özellikle; birilerinin kahramanı, birilerinin teröristi olan ama kimin eğitip-donattığı pek tartışılmayan vekil milislere karşı yapılacak operasyonları da pek tabi kolayca meşrulaştırarak, bölgesel savaşlara müdahil olabiliyorlardı. İsrail-İran savaşı bu örüntüyü bozarak topyekûn bölgesel bir savaşa ne denli yaklaştığımızı gözler önüne serdi.

Diyeceksiniz ki, ABD’nin Irak’ı, Fransa’nın Mali’yi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali de benzer örnekler değil miydi? Oysa yakın tarihteki bu savaşların ortak özelliği, çatışmaların büyük ölçüde tek bir ülkenin topraklarıyla sınırlı kalması ve o ülkenin genelde savunma konumunda olmasıydı. İsrail-İran çatışması ise bu örüntüyü kırarak, karşılıklı saldırıların ve misillemelerin eş zamanlı yaşandığı, iki devletin de aktif savaş alanına dönüştüğü bir eşik oldu.

Görece benzer gelişmeler, örneğin Soğuk Savaş’ın sona erdiği ve yeni bir uluslararası düzenin şekillendiği İran-Irak Savaşı sırasında ya da Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından gelen Körfez Savaşları sürecinde yaşandı. Ancak bu çatışmalar da, yeni bir uluslararası düzenin ayak seslerini duyuruyordu. İşte tam da bu nedenle, İsrail-İran savaşını da mevcut sistemin değişim sancıları olarak okumak pekâlâ mümkün.

Üzerinde durulması gereken diğer nokta ise, çatışmanın tırmanma hızı ve kutuplaştırma potansiyeli oldu. İsrail’in İran’ı bombalaması ve İran’ın misilleme saldırısından sonra, bölgesel çatışmalarda pek sık duyduğumuz itidal çağrıları pek kısık kaldı. Çatışma çok hızlı bir biçimde destek açıklamaları ve somut destekler üzerinden (Türkiye gibi saf belirlemenin zor olduğu ülkeler dışında) tarafların net belli olduğu bir kutuplaşmaya evrildi. Bu ise, ne yazık ki bir dünya savaşına ya da daha iyimser bir tahminle geniş çaplı bir bölgesel savaşa ne denli yakın olduğumuzu gözler önüne serdi.

Böyle bir gidişatı önleyebilecek mekanizmaların tamamen devre dışı olduğunu görmek de çarpıcıydı. Uluslararası hukuk, Birleşmiş Milletler zaten artık sembolik bir öneme bile sahip değil. Zira İsrail tam da uluslararası hukuk bir kez daha ayaklar altına alarak ABD-İran nükleer anlaşmasını engellemek için bu saldırıyı başlattı. BM Güvenlik konseyi yine kınamanın ötesine geçemeyecek biçimde bir şeyler mırıldanmakla yetindi. Alman Şansölyesi Merz’in Nazi anıştırmalı “kirli işler” çıkışı, demokrasinin beşiği kabul edilen ABD’nin ezber bozan başkanı Trump’ın İsrail ve İran’a açık açık küfür etmesi ve Çin lideri Xi Jinping’in zamanlaması manidar biçimde “Dünya ABD’siz de ilerleyebilir” sözleri, rayından çıkmış uluslararası siyaseti frenleyebilecek sağduyulu liderlikten ne kadar uzak olduğumuzu da gösterdi.

İlginçtir ki, daha birkaç yıl önce Abraham Anlaşmaları’yla İsrail-Arap normalleşmesi konuşuluyor, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik buzlar eriyor, hatta “Ortadoğu’ya barış geliyor” deniyordu. 7 Ekim saldırılarından önce, ABD’nin bu bölgeden çekilip Asya-Pasifik’e, yani Çin’le rekabetin asıl merkezine yönelmesi bekleniyordu. Artık stratejik öncelik Çin’di, tehdit algısının ekseni Doğu’ya kaymıştı. Ancak bugün gelinen noktada görüyoruz ki, ABD’nin Ortadoğu’dan çıkmasını istemeyen aktörler—kimileri içeriden, kimileri dışarıdan—şimdilik küresel terazinin ağır kefesinde oturuyor. Bu bölgenin istikrarsızlığı, sadece Ortadoğu halklarının değil, küresel düzeninde fay hatlarını keskinleştiriyor.

Ve biz, uluslararası sistemin gerilim hattı üzerinde, hâlâ diken üstünde yaşamaya devam ediyoruz. Ne Ortadoğu’ya ne dünyaya barış ve refah vadedebiliyoruz. Çünkü anlatılarımız çöktü. Çünkü kitleleri bir arada tutabilecek değerlerimiz yok. Çünkü hakikatin “çıkarlar”, hukukun “güç” olduğu artık saklanamıyor. Çünkü liderlik yön göstermek değil, öfkeyi yönetmek anlamına geliyor. Çünkü uluslararası kurumlar, küresel eşitsizliği yeniden üretmekten başka bir işe yaramıyor. Ve en önemlisi, çünkü insanlığın geleceğine dair kolektif bir tahayyülümüz yok. Ve ironiktir ki, iki dünya savaşı deneyimine baktığımızda bugün bizi bir dünya savaşından alıkoyan şey de bilinç değil, tam da bu tahayyülsüzlükten kaynaklanan savrulma hali.

Bunları da sevebilirsiniz