Mehmet Ali Güller Ağabeyin çağrısı üzerine Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi’nin 18 Nisan 2025 tarihinde Ankara’daki etkinliğine katıldım. Etkinlikte Mehmet Ali Güller, Prof. Dr. Barış Doster, Prof. Dr. Seriye Sezen, Prof. Dr. Şükrü Sina Gürel, Prof. Dr. Hasan Ünal ve E. Gen. Dr. Haldun Solmaztürk’ten oluşan seçkin bir heyet konuşmalarını yaptılar.
Yazarımız Hocam Prof. Dr. Barış Doster bir sorum üzerine, ”Batılıların, özellikle de liberal akademisyenlerin ”yumuşak güç” dediklerine katılmıyorum” deyip ”yumuşak güç” adı verilen şeyin, arkasında geleneksel güç bulunan devletlerin savunduğu tezlerin başkalarınca benimsenmesinden ibaret olduğunu söyledi. Elbette, bunları mealen aktarıyorum. Hata varsa, bana ait.
Arkada bulunan fiziki, mali ve beşeri güç olmadan yumuşak gücün ”güçsüz” olduğuna katılıyorum. Yine de ”yumuşak güç” ile ifade olunan, güç sahiplerinin ötekilere dayattığı, yahut ötekilerin farkına bile varmadan ”kendiliklerinden benimsediklerini sandıkları” birtakım inanışlar, kabuller ve ilkeler olduğunu düşünüyorum.
Soğuk Savaş döneminden bu yana, Atlantik ittifakını oluşturan ülkelerin paylaştığı sistem, anlayış veya düpedüz bu ülkelerin devletleri ”insan hakları”, ”özgürlükler”, ”kimlikler”, ”hukuk” vb. terim ve kavramları dünyanın neredeyse tamamına dayattı. En sistem karşıtı görünen kuvvetler bile, bu terimleri kullanarak kendilerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Hele hele SSCB’nin çöküşüyle birlikte, tüm siyasal anlatılar ve söylemler eninde sonunda bu terim ve kavramlara dayandırıldı.
Batı Hegemonyasının kilit kavramları bu dönem boyunca, insan hakları, mülkiyet hakkı, din ve vicdan hürriyeti, kimlik ve uluslararası hukuk oldu. Öyle ki en ilerici nüveler barındıran fikirler bile liberal bir filtreden geçerek savunuldu. Sözgelimi, laiklik, dinin vicdanlara hapsedilmesi olarak anlaşılmak yerine din ve vicdan hürriyeti; insan hakları, negatif özgürlükler bakımından ve en nihayetinde kimlik meselesi söylemler üzerinden tartışıldı, savunuldu.
”Demokratik kitle örgütleri” ifadesi yerini ”sivil toplum kuruluşları”na; ”üreticiler” yerini ”tüketiciler”e; ”sosyal haklar” yerini ”kültürel haklar”a; ”yurttaşlar” yerini ”paydaşlar”a; ”halkın haber alma hakkı” yerini ”basın özgürlüğü”ne bıraktı. Hakların kazanılmasını sağlayan tüm tarihsel süreç, yeni bir liberal filtreden farklı bir sistem içerisinde yeniden yazıldı.
Batı hegemonyasını ayakta tutan güçlerin ”etkin rolü”, gözlerden gizlenerek, olup biten her şey, tarihsel sürecin bir ürünü olduğu iddia edilen ve adeta doğa gibi kendiliğinden işleyen bir ”sistem”in çıktısı olarak yorumlandı. Böylece suçlanacak bir fail kalmıyordu. İnsan doğası, insanların hırsı; kısıtlı kaynakların sınırsızca kullanılma çabası gibi açıklamalarla ya suç tüm insanlığa yayılıyor yahut faili olmayan bir sürecin işlediğinden bahisle sorumlu gizleniyordu.
İşte böyle bir anda, yumuşak güç ve ideolojik hegemonya kavramlarını yeniden düşünmeliyiz. Çin’in hızla büyüyen gücüne karşın hala Hollanda, Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler kültürel ve ideolojik bakımdan insanlığın zihnini, aydınların düşünüşünü, tek tek tüketicilerin iştahını daha çok etkilemektedir. Çin, ABD’nin siyasetini Batı hegemonyasının hakim paradigmasının ilkelerinden olan ”ticaret serbestisi”, ”küresel ekonominin sağlıklı işlemesi gerekliliği”, ”uluslararası hukuk” gibi ilke, terim ve kavramlarla eleştiriyor. Çin haklı. Batı hegemonyasını ayakta tutan devletler kendi koydukları kurallara uymuyor. Peki, ama Çin bu kurallarda ısrar ederek yahut bu kuralları şu anki çıkarları uğruna savunarak neye yol açıyor? Dünyaya hakim paradigma bir kez daha tesis ediliyor, bir kez daha savunuluyor, bir kez daha güçleniyor.
Batı hegemonyasını gerçekten yıkabilmek, en azından daha eşit, daha dengeli bir dünya siyaseti inşa edebilmek için bu hegemonyanın yumuşak güç unsurlarının yenilmesi, yahut düpedüz sol bir dille ifade edelim, ideolojik hegemonyanın tersine çevrilmesi için hakim paradigmanın dışından bakabilmek, dışından hareket edebilmek gerekmektedir. Batının hakim paradigmasının ”insan haklarıcılığına”, ”bireyciliğine”, ”özgürlükçülüğüne” kıyasla, insanlığın yakın zamanda karşı karşıya kaldığı tehditleri ve başarılı pratikleri anımsatarak ”kolektif”, ”kararlı” ve örgütlü çözümleri (pandemi zamanında kolektivist toplulukların hızla gereken adımları attıklarını anımsayabiliriz) somutlayabiliriz. Dahası, soyut bir insan haklarıcı anlayışa karşı, Batının gelişmiş ülkelerinde es geçilen barınma hakkı, sağlık hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, bireyin kendini geliştirebilme hakkı, güvenceli bir işte çalışma hakkı, hatta ceberut bir yönetime karşı direnme hakkı savunulabilir. Böylece Batı hegemonyasının gerçek anlamda dışından konuşmak, söylem üretmek, kitleleri sevk ve idare etmek mümkün olabilir.
İçinde yaşadığımız çağ, uyuşmaya, uyuşturulmaya, edilgenleşmeye direnen, örgütlü, ortak yarar için birlikte hareket edebilen kitleleri gerekli kılıyor. Yoksa açlığa, gıdasızlığa, enerjisizliğe, dezenformasyona, pandemi ve felaketlere karşı önlem alamayız. Hakim paradigma ekonomik ve beşeri bakımdan çökerken yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun söylem, siyaset ve örgüt tiplerini üretmezsek hakim paradigmanın gerisinde kalan çözümlere mecbur kalabiliriz.
Yazarımız, değerli hocam Ahmet Müfit’in söylediği gibi Örümcek Adam filminde süper kahraman en amansız düşmanları yenerken, May Halasının mortgage borcuna çözüm bulamıyor. Bizim mortgage borcuna, gıdasızlığa, sağlığı tehdit eden şirketlere, yaşam pratiklerine ve felaketlere karşı kitleleri sevk ve idare etme gücüne ihtiyacımız var. O halde, söylemimiz ve öne çıkaracığımız haklar da bu ihtiyaca dönük olmalıdır.