Bilgi nedir?
Bir şeyi bildiğimizi söylediğimizde neyi kastederiz? Bildiğimiz ve bilmediğimiz şeyler arasındaki fark tam olarak nedir? Bilmek gerçekle bağ kurmak mıdır?
Bir bilen varsa bir de bilinen olmalıdır. Bilen ile bilinen arasındaki bağlantıyı mümkün kılan koşullar nelerdir?
Bilgi felsefesi açısından bu soruların felsefe tarihini boydan boya kesen ciltler dolusu yanıtları var. Ancak burada daha basit ve yaygın bir ön tanıma değinmekle yetineceğim.
-
Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Olarak Bilgi
a. Doğruluk Koşulu: Yalnızca doğru şeyleri bilebiliriz.
b. İnanç Koşulu: Bir kişinin bir şeyi bilebilmesi için ona güçlü bir biçimde inanıyor olması gerekir.
c. Gerekçelendirme Koşulu: Bir şeyin doğruluğuna inanmak için yeterli gerekçenin olması gerekir.
Bilginin ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği, nasıl alt parçalara ayrılabileceğine ilişkin çok daha fazla tartışma ve kuram vardır. Ancak bunların birçoğu yine üç parçalı analize veya bu analizin eleştiri ve revizyonunlarına dayanır.
Bilginin tanımına girmişken tercüme kaynaklı terminoloji ve kavram karmaşası sorununa değinmekte de yarar var. İngilizcede “knowledge” ve “information” iki farklı sözcükle ifade edilen iki ayrı kavram, Türkçede tek bir sözcükle, “bilgi” sözcüğüyle karşılanıyor. Britannica sözlüğüne göre iki kavram arasındaki ayrım şöyle tarif edilir:
“Knowledge” anlamındaki bilgi, deneyim veya eğitim yoluyla elde ettiğimiz farındalık, kavrayış veya beceridir. “Information” (enformasyon) anlamındaki bilgi ise bir konu hakkındaki olgu ve ayrıntılardır. Örneklendirecek olursak:
-
Mühendislik alanında derin bilgiye sahip olmak: knowledge.
-
Felsefi tartışmalar yürütebilecek düzeyde bilgi sahibi olmak: knowledge
-
Evde kendi imkanlarıyla bomba yapacak kimya bilgisine sahip olmak: knowledge
-
Bir ajanın kişisel bilgilerinin ifşa olması: information.
-
Belli bir şehirdeki seçmen tercihlerinin araştırılmasıyla ulaşılan bilgi: information.
Bu tanım ve örneklerden anlaşılacağı üzere “knowledge” anlamındaki bilgi çoğunlukla enformasyon, veri, deneyim, pratik beceri, tefekkür (“reflection”) hatta yer yer sezgi gibi unsurların bir bileşkesinden oluşur. Enformasyon (veya çevirilerde denediğim sözcükle “malumat”) ise bilgiyi oluşturacak olan tekil olay, olgu veya veriler kümesini ifade eder.
Bilgi (“knowledge”), saydığımız unsurların basit bir bileşkesi olmasının ötesindedir. Bu unsurlar akılda harmanlanıp (yani tefekkür edilip) enformasyon ve deneyimden başka bir şeye dönüşür. Soyut varlıklar, kavramlar, düşünceler böylece oluşur.
Bilginin kaynağının deneyim mi yoksa aklın kendisi mi olduğuna ilişkin feslefi tartışma çok köklüdür. Örneğin Platon, evreni “episteme” ve “doxa” olarak ikiye ayırır. Doxa, duyularımızla algıladığımız, deneyimlediğimiz dünyadır. Kusurlu, çarpıtılmış ve eksiktir. Episteme ise gerçek ve kusursuz bilginin kaynağı olan, fiziksel alemin ötesinde bir idealar dünyasıdır. Yani Platon’a göre gerçek bilgiye bu dünyadaki kusurlu deneyimimizle ulaşmamız mümkün değildir. Gerçek bilginin kaynağı dünyada değil zihindedir.
Öğrencisi Aristoteles ise şöyle der: “Bir duyusunu kaybeden bir evreni kaybeder.”
Aristo, bilgiye duyu ve deneyimle ulaşmanın da mümkün olduğunu söyler, hatta bu ifadesiyle duyuların bilgiye ulaşmak için vazgeçilmez olduğunu belirtir. Aristo bilimsel bilgi dediğimiz özel, tikel ve birbirinden bağımsız deneyimlerin bilgisinin çeşitli sorgulama, sınama, akıl yürütme faaliyetleri neticesinde bilimsel bilgi (“knowledge”) halini alabilmesi için gerekli patikayı sunmuş olur.
Platon ve Aristoteles’in argümanlarıyla özetlediğimiz bu temel ayrım gelişip dönüşümler geçirerek tartışılmaya devam etmiştir. Bununla birlikte mutlak ve gerçek bir bilgi olmadığını, hakikatin asla deneyim ve akıl yoluyla kavranamayacağını iddia edenler de olmuştur. Şüphesiz bu argümanda da bir doğruluk payı olmasaydı sürekli genişleyen, derinleşen, kendini tekrar tekrar sınayarak dönüştüren bilimsel bilgiden bahsedemezdik. Zira bilimsel düşünme, hiçbir zaman mutlak bilgiye ulaşma iddiasında olmaz, daima görece en doğru bilgiyi ortaya koymaya çalışır. Bitimsiz bir arayıştır. Bu yönüyle bilimsel uğraşın kendisi de uhrevi bir hakikat yolculuğuna benzer.
Bilginin ne olduğuna, nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin tartışmalarda önemli eşiklerden biri de Kant olmuştur. Kant’a göre nesneler arasında kurduğumuz ilişkiler nesneden bağımsızdır, evrenseldir, aklın ürünüdür. Birçok kavramsal kategori evreni anlamak için aklın öncül olarak doğru ve gerçek kabul ettiği düşünsel üründür. Nedensellik dediğimiz akıl yürütme biçimi bunun bir örneğidir. Bir şeyin onu takip eden başka bir şeyin nedeni olduğu bilgisi bir soyutlama süreciyle ortaya çıkar, bu düşünsel ürün de sınama yoluyla teyit edilir.
Bilgi deyince neyi kastettiğimizi ve kavramsal ayrımları belirginleştirdiysek ana temalarımıza biraz daha ilerleyelim.
Ezoterik bilgi denince kastettiğimiz bilgi, hangi tür bilgidir?
Ezoterik bilgi, basitçe herkesin değil yalnızca belirli sınamalardan geçebilmiş, arzu edilen yetkinliklere ulaşabilmiş dar ve ayrıcalıklı bir grubun ulaşabildiği bilgidir. Bu tanımdan hareketle Hermes Trismegistus ve Yahudi mistisizmi Kabala’dan modern tarikatlara kadar hemen tüm inisiyatik topluluklar ezoterik bilgi pratiğinin temsilcileri olarak akla gelir. Eski pratikleri incelediğimizde hakikat yolcusu veya hakikatin taşıyıcısı olma iddiasındaki bu toplulukların öne çıkanlarının işlevsel olarak buluştuğu yer, zamanının en değerli bilgisine (örneğin Hermetizm’de maji, simya, astronomi vb.) sahip olma, bu bilgi sayesinde varlığını koruyabilme ve sürdürebilme pratiğidir. Seçilmiş bir insan grubunun sahip olabildiği ilim ve irfana sahip olma, bunu muhafaza etme ve sonraki seçilmiş kuşaklara aktarma… Bu tariften hareketle Orta Çağ sonlarında ve Rönesans üniversiteleriyle ortaya çıkmaya başlayan “hümanistler”, “okumuşlar” zümresi de zikrettiğimiz değerli bilgi sahipliği işlevini yürüten, dahil olabilmek için belirli sınavlardan ve güven aşamalarından (inisiyasyondan) geçmeyi gerekli kılan ezoterik topluluklar olarak değerlendirilebilir. Tekrar vurgulamak gerekirse burada anahtar nitelik inisiyasyon olduğu kadar hakikatin bilgisine erişme ve elde tutma iddiasıdır. Ayrıca modern döneme kadar dini ve mistik bilgi ile bilimsel bilgiyi birbirinden ayırmak da pek mümkün değildir. Önemli olan hakikatin bilgisine neyin dahil olduğudur.
Republic of Letters (Edebiyat Cumhuriyeti, Okumuşlar Cumhuriyeti)
Alman sosyolog Karl Mannheim aydınları “boşlukta yüzen, bir yere bağlı olmayan, sınıfsız bir tabaka, bir aydınlar sınıfı” olarak niteler. Aydın kavramının tanımına dair ihtilaflar ve farklı yaklaşımlar olsa da, çoğunluk şurada birleşmektedir: Özellikle modern öncesi dönemde Batıda aydınlar sınıraşan, uyruklarından ve diğer sınıfsal konumlarından bağımsızlaşan ayrı bir komünite haline gelmeye başlamıştı. 1400’lerden 1800’lere kadar okumuşlar tabakası kendisini “Respublica Literaria”nın bir mensubu olarak nitelemekteydi. Bu hayali cumhuriyet, müphem bir aydınlar komünitesinin seçkin mensuplarının dahil olduğu bir üst organizasyon gibiydi. Üyeleri arasında mektuplaşmalar, kitap alışverişleri (ki o dönemde zor bulunan çok değerli bir metaydı), özel ziyaretler gerçekleştirilirdi. Hatta Peter Burke’ün aktardığına göre “mesleğe” dahil olmak isteyen genç bilginler kendilerine yol gösterecek yaşlı ustalarına törensel bir saygı ve bağlılık sunarlardı.1 Bu davranışı ve usta-çırak ilişkisini de inisiyasyona benzetmek abartı olmayacaktır. Norbert Elias da Erasmus özelinde Rönesans hümanistlerini “dünyalarındaki tüm toplumsal gruplarla kendi aralarına mesafe koyma olanağı buldukları için bağımsız kalabilmiş, boşlukta yüzen aydın örnekleri” olarak nitelemektedir (aktaran Burke).
Bu ayrı bir sınıf teşekkül etme niteliği esasında henüz ezoterik bir topluluk olmaktan çıkmamış aydınların, dönemin toplumsal yapısıyla arasında bir gerilim doğduğuna da işaret etmektedir. Toplumdan ayrışma yer yer topluma yabancılaşma hatta “yozlaşma” olarak nitelenmiştir. Dahası Burke’ün aktardığına göre 1648’deki Büyük İngiliz Devrimi’ni bu “yabancılaşmışların” yaptığı savunulmuştur.
Aydınlar sınıfının doğmaya başladığı dönem için Mannheim’ın boşlukta yüzen sınıf nitelemesini yapmak mümkünse de bu sınıfın mensuplarının okuma-yazma işiyle meşgul olan bir meslek erbabına dönüşmesiyle birlikte bağlı oldukları kurumları da ortaya çıkmaya başlamıştı. 12. yüzyıldan itibaren kurulmaya başlanan Bologna, Paris, Oxford, Prag gibi üniversiteler, aydınların özel ayrıcalıkları, adetleri, ritüelleri, öğretileri ve hiyerarşisi olan kurumları oluyordu. Başlarda bu kurumlar bugün bildiğimiz anlamıyla bilimsel araştırma ve bilgi üretimiyle uğraşmıyor, (Aristo, Hipokrat, Aquinas vb.) kadim yüksek öğretilerin mesleğe yeni katılanlara aktarılmasıyla ilgileniyordu. Maddi-teknolojik koşullar ve yaygın eğitim denen etkinliğin yokluğu nedeniyle bu kurumları fiilde birer ezoterik yapı olarak nitelemek mümkündür.
Aydınlanma dönemiyle birlikte üniversiteler bu ezoterik niteliklerini yavaş yavaş kaybetmeye başladılar. Artık doğa bilimleri, pratik mesleki bilgiler, ticari uzmanlıklar öğretilen üniversitelerin sayısı çoğalmakta, yaygın eğitim fikri güç kazanmaktaydı. Okumuşlar yavaş yavaş aristokratik bir zümre olmaktan çıkıp iş insanlarına, tüccarlara, burjuvalara dönüşmekteydi. Eğitim bir “yüksek öğretilere” ulaşmanın aracı olmanın ötesinde faydalı bilgiyi edinme ve yayma aracı haline gelmeye başladı. Kapitalist gelişmeye paralel olarak, işçinin belli yetenekleri kazanabilmesi, dahası girişimci ve yöneticilerin rekabette öne geçebilmesi için eğitim artık toplumun en temel kurumlarından biri haline geldi. Aydınlar sınıfı değişen biçimlerde ve ağırlıkta varlığını sürdürse de eğitim ve okumuş-yazmış olmak son yüzyılla birlikte ayrıcalıklı konumunu yitirdi.
Bilginin bir yüksek sınıf teşekkül etmekten bir piyasa ürününe dönüşmesi de kapitalizmin en erken nüveleriyle ortaya çıkmıştı. Daha 15-16. yüzyıllarda Avrupa’daki fuarlarda tüccarlar bilgi alışverişinde bulunmak için bir araya gelmeye başlamıştı. İktisadi gelişmeyle birlikte bilginin kendisi zaman içerisinde en değerli üretim faktörüne dönüştü. Bilgiyi bir ticari ve hukuki meta olarak tescil edip güvence altına alan uluslararası hukuki rejimler ortaya çıktı. Matbaanın icat edilip yaygınlaşmasından sosyal medya araçlarının cebimize girmesine uzanan bir dizi teknolojik gelişme, bilgi dediğimiz şeyin doğasında ve dolayısıyla bilgiyle ilişkilenme biçimlerimizde de radikal dönüşümler yarattı.
Bu dönüşümlerin en önemlilerinden biri, internetin ve bilhassa da yeni medya teknolojilerinin ortaya çıkması oldu. Yüksek kültür ve bilgi komüniteleri ezoterik yapılarını tümüyle yitirmeye başladılar. Enformasyon bir yağmur gibi üzerimize yağmaya başladı. Bilgi edinme süreçleri hiyerarşik olmaktan uzaklaştı, bilginin dolaşımı giderek daha yatay bir düzlemde ve daha demokratik koşullarda gerçekleşir oldu. Bilginin, enformasyonun ve iletişimin bu denli “demokratikleşmesinin” sonuçları gerçekten demokratik mi oldu burası günümüzde oldukça tartışmalı. Öte yandan bu enformasyon patlaması analojik bir tanımlamayla yeni bir ezoterik bilgi türünün doğuşuna yol açtı denilebilir. Nedir bu yeni ezoterizm veya benim adlandırmamla bilgi asimetrisi? Sadece ayrıcalıklıların erişebildiği yeni yüksek bilgi… Büyük Veri.
Bilgi Asimetrisi ve Büyük Veri
Büyük Veri, “sensörler, tarayıcılar, sayısal modelleme uygulamaları, cep telefonları, İnternet, videolar, e-postalar ve sosyal ağlar dahil olmak üzere birçok dijital kaynaktan gelen dijital veri akışını ifade eder.” Bu verileri metinler, geometrik veriler, görüntüler, videolar, sesler ve bunların kombinasyonları olabilir. Geleneksel veri işleme yöntemleri kullanılarak işlenmesi zor olan büyük ve karmaşık veri kümeleridir. Çeşitli alanlarda yenilik ve karar verme süreçleri için hem yeni fırsatlar sunar hem de yeni zorluklar doğurur. Sosyal medya bağlamında, Büyük Veri, Twitter, Facebook ve Instagram gibi platformlarda günlük olarak kullanıcı tarafından oluşturulan büyük miktarda veriyi kapsar.
Büyük Veri teknolojisinin ortaya çıkışı, şirketlere kullanıcı (tüketici) verilerini daha verimli bir şekilde toplamak, analiz etmek ve kullanmak için geniş imkânlar sağladı. Böylece kullanıcılar ve potansiyel kullanıcılar hakkında daha mahrem (çoğunlukla kişilerin kendinin bile farkında olmadığı) bilgiler edinme ve gelecekteki davranışlarını tahmin etme kapasitesine eriştiler. Öte yandan Büyük Veri toplama ve işleme teknolojilerinin küresel ölçekte tekelleşmesi, bu faaliyetlerin toplumsal denetimini ve takibini güçleştirdi. Bunun sonucunda bireylerle Büyük Veri teknolojilerine sahip olan küresel aktörler arasında derin bir bilgi asimetrisi oluştu. Şirketler ve dolaylı olarak da devletler, siyasi karar süreçlerinin yönetilmesi bağlamında ölçüsüz bir üstünlüğe sahip olmaya başladı. Gözetleme ve bilgi toplama, giderek daha görünmez, daha karmaşık ve daha fazla uzmanlık gerektiren bir etkinliğe dönüştüğü için bireylerle karar vericiler arasındaki makas giderek açıldı.
Kanadalı bir siyasi iktisatçı olan Harold Adams Innis, bilginin iktisadını incelerken “bilgi tekelleri” kavramını ortaya attı. Innis’e göre, tarih boyunca iletişim teknolojileri, hakim sosyal yapının yanı sıra zaman ve mekana ilişkin eğilimleri etkilemiş ve bunlardan etkilenmiştir. Örneğin antik Mısır’da karmaşık yazı sistemleri ile kil ve taş gibi taşınmaz iletişim teknolojilerine sahip olan ve bunları kullananların bilgi tekellerine dönüştüğünü ileri sürer. Günümüzde Büyük Veri teknolojisi de bu tür bir bilgi tekelleri oluşum sürecini tetiklemektedir. Alphabet (Google), Meta (Facebook) ve Amazon gibi şirketler, Büyük Veri sayesinde benzersiz içgörüler elde edecek gelişmiş analitik yeteneklere sahiptir ve her saniye büyük miktarda veri toplamaya devam etmektedir.
Büyük teknoloji şirketlerinin elde etmiş olduğu ve çoğunlukla denetimi konusunda tartışmalar olan bu asimetrik olanaklar, belirli bir zümreye toplumsal süreçleri ve akışı yönlendirebilecek bir avantaj sağlıyor. Her saniye elde ettikleri enformasyon ve veri kümesinin işlenmesiyle elde edilen bilgi, çağımızın en değerli “ezoterik” bilgilerinden birini teşkil ediyor. Geleneksel ezoterik yapılardan farklı olarak deneysel bir kullanımla “tekno-ezoterik” olarak tanımlayabileceğimiz bu enformasyon ve bilgi tapınakları, sırlarını hem ticari kazanç için hem de yöneticiler üzerinde nüfuz sahibi olmak için değerlendirebiliyor. Tıpkı Eski Mısır rahiplerinin sahip oldukları doğa bilgisi, dini öğreti gücü ve mistik beceriler sayesinde yöneticilerin kararlarına etki edebilmesi gibi modern teknoloji tapınakları da benzer eylemleri bambaşka olanaklarla ama yine ezoterik bir bilgi türüyle, sadece ayrıcalıklıların elde edebildiği ve işleyebildiği enformasyon yığınıyla gerçekleştiriyor. Emsalsiz enformasyon ve veri yığınını “insight”lara, güçlü öngörülere, ticari ve siyasi kehanetlere dönüştürüyor. Fakat ciddi bir farkla: Geleneksel ezoterik yapılar bunları iyicil amaçlarla, insanlığın yüksek çıkarları doğrultusunda yapma iddiasındaydı. Bu yeni bilgi iktidarının amaçlarının epey farklı olduğuna kimse itiraz etmez sanıyorum.
1 Burke, P. (2001). Bilginin Toplumsal tarihi. Tarih Vakfı Yurt Yayınları.