“Damlaya damlaya göl olur.”, “Acele işe şeytan karışır.”, “Bir elin nesi var iki elin sesi var.” Bunlar çok bilindik atasözlerimizden. Başkaları da var, işte efendim doğru söyleyenin ikametgâhının dokuz kez bile değişebilmesinden tutun, dervişin kri ve zikri arasındaki korelasyona kadar; epey atasözümüz var. Çok kullanılmaları ve fakat üzerinde az düşünülmeleri dolayısıyla maalesef atasözlerinin anlam ve önemi giderek azalıyor. Çünkü gerçekten de üzerine bir meditasyon yapılmadığı takdirde, biraz kof şeyler. Damlaya damlaya göl olur tabii, n’apak yani, ölek’ mi? Gazeteye ilan mı verelim “Sora sora Bağdat bulunurmuş” diye. Herkes biliyor zaten.
Halbuki atasözlerini hep önemli birer toplumsal nesne olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Üzerine biraz düşününce farklı şeyler ortaya çıkıyor. Bunu yapan lozof, alim sayısı da az değil. Örneğin Carl Gustav Jung bu tür sözlerde, mitlerde, hikâyelerde kolektif bir bilinçaltı olduğunu düşünüyor, Mircea Eliade bu sözlerin hepsinde temelde dinî (aslında modern anlamda metazik de denebilir) bir tezahür olduğunu söylüyor (hiyerofani kuramları), Claude Lévi-Strauss halk içinde yer eden hikâye ve sözleri mytheme adını verdiği ufak parçalara bölüyordu.
İster Jung’un arketipi, ister Eliade’nin hiyerofanisi, ister Lévi-Strauss’un mytheme’i olsun; sanki aslında hepsinin varmak istediği temel bir nokta var, o da bu tür gelişigüzel gibi görünen ya da en iyi ihtimalle alışkanlık icabı duran sözlerin aslında sistemli olduğu. Bir çeşit sembolizm içerdikleri, insanların düşünce ve yaşam koşullarını hiç olmazsa belli bir ölçüde yansıttığı iddiasındalar. Bu sözleri dikkatli incelemek incelikli düşüncenin de önünü açıyor. Bugün çok basit bir sözü ele alacağım: “Söz uçar yazı, kalır.”
“Söz uçar, yazı kalır.” diyorlar işte. Herhalde sadece yaşlı başlı akrabalardan falan duymuş olacaklar, bazıları yeterince havalı bulmuyor bu sözü eğer öyle tanıdıklarınız varsa şöyle de diyebilirsiniz: “Verba volant, scripta manent.” Aynısının Latincesi ama daha havalı oluyor bazıları için. Öyle de deyiverdim, maksat milletin gönlü olsun. Aslında alışveriş listeleriyle ilgili bir ibret gibi geliyor insana değil mi? Hani, “Alınacakları yazalım da, unuturuz.” gibisinden. Böyle bir yanı var doğru. Söz uçuyor gerçekten, yazınca insan hatırlıyor. Günlüğüne yaz, unutma. Sözleşmeyi yazılı yap, sağlam olsun. Fakat daha derin bir anlamı var bence. Hem toplumsal hem de kişisel, bu konuda ikisini ayırmak ne kadar mümkünse artık.
Toplumsal anlamı en iyi açık oturum programlarında ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz, her hafta çeşitli televizyon kanallarında insanlar çıkıp gündemi değerlendiriyorlar. Tesadüf o ki genelde bazı insanların uzmanlık alanı o haftaki olay neyse ona denk düşüyor. Talih işte, herkese nasip olmaz. Mesela bazen benim bilmediğim şeyler oluyor hayatta, bazılarına olmuyor sanırım. İlginç bir durum bu tür tartışma programlarında sürekli bir akıcılık olması ve bu akış içerisinde çoğu insanın
argümanları yakalayamaması oluyor. Kimin ne dediği, ne için dediği, kime dediği pek de anlaşılmıyor. En önemli nedeni sözlü olarak ifade edilen şeyin takip edilmesinin zorluğu.
Halbuki yazılı ifade bir şeylerin kontrol edilmesini, bir argümanın takip edilmesini çok daha kolay kılıyor. Tekrar tekrar okunması çok daha kolay olduğu gibi insanın çoğunlukla kendi kendine de tüketebileceği bir şey yazılı argüman. Kendi kendineden kastım, kendi hızında, istediği şekilde okuyabilmesini kastediyorum. Konuşmanın “anlık” değişimleri, spontan gelişimleri çok daha nadiren yazıda kendisine yer buluyor. O yüzden de daha derli toplu ve insanı daha sakince düşünmeye sevk ediyor. Bu nedenle bugün hâlâ kitabın, yazının diğer çoğu aktarım biçimine göre daha entelektüel bir araç olarak görülmesi sanki basit bir muhafazakâr tutumdan öte, gerçekten de haklı bir çıkarım gibi.
Beni daha çok ilgilendiren yararı ise kişisel olan. Yazı yazmaya çalışmak, hele ki bu işi hakkını vererek yapmaya uğraşmak, insanın düşüncesini törpülüyor, şekillendiriyor, berraklaştırıyor. Kafamızda çok güzel duran bazı düşünceler kağıda dökülmeyegörsün hemen kusura bürünüyor, hemencecik mükemmelliği bozuluyor. Zihnimizde hatasız görünen o düşüncenin aslında sapır saçma olduğunu anlamamıza yarayan şey yazma faaliyeti. Konuşurken bile böyle ortaya çıkmıyor. Konuşmanın akışı, melodisi, gelişigüzelliği içerisinde o kusurlar gözümüze çarpmıyor. Yazınca ise gerçek çok daha çarpıcı bir biçime bürünüyor. Zayıf bağlantılar, aceleci genellemeler, kötü analizler… Hepsi sırıtıyor insana.
Yazmanın asıl güzelliği ve konuşmadan asıl farkı da burada başlıyor. Bu hatalar ortaya çıktıkça düzeltmek mümkün oluyor. Söz ağızdan bir kere çıkıyor ama aynı cümleyi bin kere yazmak mümkün. Her yazımda biraz daha iyi, biraz daha rane oluyor o cümle. Kuyumculuk gibi, marangozluk gibi bir zanaati andırmaya başlıyor. İşin kötüsü, dışarıdan da kolay görünüyor bu iş.
Kolay olduğunu sananlar henüz kaleme sarılmamış olanlar. Yazmayı ciddi anlamda kafasına koyan kimse bu işin zorluklarını birinci elden tadıyor. Fakat bu zorluk kendi avuntusunu da beraberinde getiriyor: zor ama sürekli geliştiğimiz bir süreç. Kendi hatalarımızı görmek, düşünce örüntülerimizi, zihnimizin alışkanlıklarını tanımak hiçbir şey olmazsa kendimizi tanımaya yarıyor. Biraz daha ısrarcı olursanız da başkalarının düşüncelerini de tanımaya başlıyoruz. Kendi yazısını on defa yazabilecek sabrı olan, başkasının yazdığını yüz defa okuyacak sebata da erişiyor. Bir metni yüz defa okuyanın ise aşamayacağı felsefe metni herhalde pek de yoktur. Yazan insan, düşünen insana dönüşüyor. Halbuki bunun tersi sanıyordum; düşünen insan yazar, çok iyi düşünen insan çok iyi yazar diyordum. Meğer yazmaya başlayan insan düşünmeye, yazmayı çözen insan düşünceyi çözüyormuş. Sözler, düşünceler uçuyor yani gerçekten. Fakat şeyh uçmaz, mürit uçurur sözünde olduğu gibi: Söz uçmaz, yazı uçurur. Hem sözü arka planda bırakması, hem de bizi en güzel yerlere, en derin düşüncelere götürmesi anlamında: yazı uçurur!