“Bilim ve sanatın temelleri Doğu’da
atıldı, Helenistik dönem bundan
beslendi. ‘Antik Yunan mucizesi’ Orta
Asya’da, Hint bölgesinde, Çin’de,
Sümer’de, Babil’de, Mısır’da,
Anadolu’da kendisinden önceki
uygarlıkların izini süren Doğu-Batı
etkileşimiyle gelişip büyüyen ve
olgunlaşan sentezden başka bir şey
değildir. Antik Yunan aslında
eşelendiğinde ‘Doğu’dur.”
A. YILDIZ
Doğu-Batı ilişkisinde, adı çıkarıldığında “tarihin oldukça anlamsızlaşacağı” birinden, bir kavimden, toplumdan, milletten söz edilmesi, acaba kimin dikkatini çekmez? Üstelik Türkiye’de, “bu ilişkiden”, Doğu-Batı ilişkisinden çıkarılan o birinin Türkler olduğunu gördüğümüzde ilgi göstermekten kendimizi nasıl uzak tutabiliriz? Ben de tutamadım, doğal olarak. Bu soruları davet eden bir kitabın ilk satırlarından okumaya başladım. Sorular, birinci yazının ilk paragraflarında yer almaktaydılar. “Önüne” başlıklı on küsur sayfalık yazıyı sonuna kadar, hiç ara vermeksizin ve büyük bir merakla okumadan da kitabı elimden bırakamadım. Çünkü konu (Doğu-Batı ilişkisi konusu) açılıyor, tarihinden giriliyor, “coğrafi yönler”den tarihçilerin müdahalesine uğrayarak kültürler ve uygarlıkların ilişki ve çatışmalarıyla sergilenen boyutlara vardırılıyor ve çarpıtmalara uğruyor; en sonunda da ileri sürülenlerin günümüzü açıklayan gerçekler olduğu teziyle (ve iddiasıyla) herkesi ileri sürülenleri kabule zorluyor.
Örneğin, bugün, “insan topluluklarının ortak gelişme yasalarının ürünü olduğu” reddedilmekte, uygarlığa çifte standart uygulanmakta, görüş sahipleri kendilerine yontmakta, sistemlerini sağlama almaktadır. Kendi kıtaları olan o uygar Avrupa’yı, kendi kültür çevreleri olan o gelişmiş Batı’yı parlatmaktadırlar. Ve uygarlığı onlar temsil etmektedirler! Avrupa-Batı uygarlığı belirleyendir! Bu uygarlık kendini merkeze koyduğu gibi benzersiz ve sonrasız olduğunu düşünmekte ve ileri sürmektedir.
Kırk bir yazıdan oluşan kitabı yazan, Ahmet Yıldız’dır. Sözünü etmek istediğimiz çalışma, Edebiyatta Doğu’ya Dönmek başlığını taşıyor.
Kısa bilgi: Ahmet Yıldız, öykü yazarıdır, eleştirmendir, düşünürdür, edebiyat meraklısıdır, öğrenme düşkünüdür, dergicidir. Ödüller almıştır. Yayımladığı ona yakın kitabı vardır, Edebiyatta Doğu’ya Dönmek sonuncusudur (Boyalıkuş Yayınları, İstanbul 2020, 243 sayfa).
Edebiyatta Doğu’ya Dönmek, Türkiye ve Türkler özeline bağlayarak Doğu’nun uygarlık gerçeğine dikkat çekiyor.
Üzerinde durduğumuz yazı (“Önüne” başlıklı kitabın ilk yazısı), kitap için açıklayıcı olsun istenmiş, yazıların bir kısmının özünü sergilemiştir. Önsöz niyetine okunması amaçlanmış yazıda, kitapta yer alan yazıların kitabın anlayışının oluşmasına katkısından da söz ediliyor. Ve yazar, “zaman içinde bilinçsizce yazılan yazıların bir araya gelmesiyle” kendisinin “Doğu’ya dönmek” düşüncesine evrildiğini söylüyor.
Doğu’ya dönmek, çıkışsızlığa çaredir, “tıkanmış Batı felsefesinin, edebiyatının, sanatının da önünü açacaktır” (s. 20). “Batı uygarlığı”nın biricik ya da başat, eşsiz, üstün, rakipsiz vb. olduğunu “düşünenler” için sarsıcı olan bu görüşler, aslında, şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılacağı gibi, çağımızın en önemli dayanakları, adil olmanın gerekleridir.
DÜŞMANLAŞTIRICI BATI, BİRLİKTE YAŞAMA ÖZÜRLÜDÜR
Yazar Yıldız, Fransız şair, düşünür, gezgin Gerard de Nerval’den dikkate değer bir alıntı yapmıştır (Doğu’ya Seyahat’ten; 1843); “Dört ayrı millet, Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler[in] birbirlerine karşı bizden çok daha müsamahakar” olduklarını “şaşkınlıkla” yazdığını aktarmıştır (s. 18). Bu ifadeyle Doğu’nun “bir arada yaşama”, “birlikte yaşama” kültürünü sergilemek istemiştir. Ancak alıntıda büyük bir yanlış ve eksiklik –aslında çarpıtma– vardır; Avrupalılarda bu konularda bir müsamaha yoktur, Avrupalılar genel olarak müsamahakâr da değildirler. Kendilerinden saymadıklarına en ufak bir müsamaha bile göstermezler, hatta onlarla kesin bir şekilde bir arada yaşamak istemezler. Bu bakımdan bir arada yaşama geleneğinden de yoksundurlar. Kendilerinden olmayanları kendilerinden saymaları veya onlara müsamaha göstermeleri için her zaman bir nedenleri olması gerekir. Kendilerinden olmayan ve/ama müsamaha görecek bir milletin/milliyetin/kavmin bir işlerine yaraması, belirli bir canalıcı siyasal ve ideolojik çıkar için kullanılabiliyor olması gerekir. Avrupalılarda kendilerinden olmayanlarla birlikte yaşamaya razı olmanın hiç söz konusu olmadığı ve olamayacağı da kolay itiraf edilecek bir şey olmadığından, ve bu nedenden dolayı, bundan söz edilmemiştir ve edilmez.
“Müsamahasızlığın” nedenine ve kaynağına gelelim: Avrupa, tekçidir ve Kıta tek-tiplilik üzerinde tasarlanmıştır; farklı fikir, farklı tarz, farklı din, farklı mezhep, farklı inanış, farklı düşünüş, farklı insan istenmemiştir, ve istenmez, kabul edilmez, benimsenmez. Unutulmasın, Avrupa’ya Hıristiyanlık “dışarıdan” getirildiğinde herkesin Hıristiyan olması istenmişti. Hıristiyan olmayan tek bir kimse, tek bir kabile, toplum, ülke, bölge kalmasın diye düşünülmüş, Kıta, tek-dinli yapılmaya çalışılmıştır. Tek-dinlilik, tek-mezheplilikle ve tek-merkezlilikle birlikte yürütülmüştür. “Tekçilik” her şeye hakim kılınmıştır.
Hıristiyan Avrupalılar dinin birleştiriciliğine sarılmışlardır. Götürülebildiği kadar da götürülmüştür. Evet, bütün Avrupa Hıristiyan yapılmış, Hıristiyanlaştırılmıştır ama Avrupa en önemli olarak dinden bölünmüş, dinle parçalanmıştır. Din savaşlarının örnekleri Avrupa’dan, Avrupa Hıristiyanlığındandır. Din savaşları “Kutsal Savaşlar” olarak hem Kıta içi, hem Hıristiyanlık içi, hem kıtalararası ve hem de dinlerarasıdır. Başka dinler, Musevilik, İslamlık Avrupa’dan atılmaya ve yok edilmeye çalışılmış, bu yüzden kıyımlar yapılmıştır.
Avrupa’da halen de İslam karşıtlığı, düşmanlığı vardır.
BATI’NIN KÖLECİLİĞİ, SÖMÜRGECİLİĞİ, IRKÇILIĞI
“Doğu’ya Dönmek”te sömürgeciliğin, Batı uygarlığının temelindeki asli dayanak olduğunun belirtilmesi önemlidir (s. 12 vd.). Avrupa’nın İspanya ve Portekiz tarafından –zavallıca– zenginleşmesi sömürgecilikle olmuştur. İngiltere’nin dünya hakimi olması ve ilk en büyük dünya imparatorluğunu kurması sömürgecilik sayesindedir ve İngiltere en büyük sömürgecidir. Bir zamanlar dünyanın “kültürel başkent”i ve sonra da Devrim simgesi olmasına rağmen Fransa, 19. yüzyılda sadece Afrika’da yedi ülkeyi sömürgesi yapmıştı.
Avrupa sömürgecilikle özdeşleşmiştir ve sömürgecilik Avrupa’dır.
Ve ırkçılık da Avrupa’dan çıkmış, Avrupa’da yeşermiş, teorisi Avrupa’da üretilmiş, ve dünyadaki en kapsamlı uygulamaları Avrupa’da veya –başka yerlerde– Avrupalılarca yapılmıştır. Yahudilere karşı güdülen ırkçılığın o zamanlara kadar dünyada bir benzeri yoktu, sonra da olmadı. Tarih boyunca Yahudi düşmanlığı Avrupa tarihinden öğrenilebilir. Yahudi damgalanmaları, sürgünleri, gettoları, kıyımları Avrupalıların silemeyecekleri geçmişleridir.
Avrupa’daki Romanlar da bu ırkçılıktan paylarını belirli ölçüde almışlar, Yahudi soykırımı döneminde onlar da yok edilmeye çalışılmışlardır.
Avrupalıların Türk düşmanlığı, Haçlı Seferleri sırasında ve sonrasında yaratılmış, sonra ırkçılık alanına taşınarak sistemleşmiş, kökleşmiş, kalıcılaşmış ve terfi etmiş, küme atlamıştır.
Batı’nın tarihinde ve geleneğinde köleleştirme zaten vardır. Avrupa’nın kendisine temel aldığı Grek ve Roma toplumları köleci sistem üzerinde yükselmiştir, tarihin tek köleci toplumları onlardır. Bugüne baktığımızda da “Batı kültürü yalnızca köleleştirmektedir” (s. 19).
UYGARLIĞIN YERİ BELLİ MİDİR, UYGARLIK SABİT MİDİR? UYGARLIK KİMİNDİR?
Uygarlık kopukluk kabul etmez, sürekliliğe, devamlılığa dayanır. Bu bakımdan tarihten silinip gitmiş birçok uygarlık vardır, fakat bunların bazılarının günümüzün oluşmasında önemli payları bulunmaktadır. Bugün, kadim uygarlıklar içinde halen yaşamakta olan uygarlıklar da Doğu’dadır.
Buna karşı olarak coğrafyası belli bir etnik “Batı uygarlığı” ortaya çıkarılmıştır. “Oysa uygarlığın ‘Batı’ ya da ‘Doğu’su olmamalıdır; bir zincirin parçalarıdır. İnsanlığın ilerleyişi kendisinden önceki tüm bilimsel, düşünsel, tinsel birikimin ürünüdür. Farklı insan kitlelerinin birbirleriyle ilişkileri, bilgi ve deneyimin paylaşımı sonunda oluşmuştur. Dünyada birbirinden etkilenmeyen uygarlık yoktur. Uygarlık, insan soyunun ‘ortak emeği’dir.” (s. 13)
Uygarlık aynı zamanda birikimlerin buluşmasıdır. Ve hiç bir coğrafya, hiç bir kültür ve hiç bir etnik köken bunu kendi yaratamaz ve doğaldır ki kendine de mal edemez.
Uygarlık belirli bir yere, bölgeye, kıtaya özgü de değildir.
Uygarlık yayılır, yer değiştirir, gelişir, birleştirir, ilerletir, öne çıkar. Uygarlık başka toplumlarla ve kültürlerle temas ettikçe yetkinleşir, büyür.
Bu yüzden “uygarlık yalnızca ‘Batı’ kaynaklı bir gelişme değildir” (s. 12). Batı söylemi, bilim ve sanatın sahibinin kendileri olduğudur. “Oysa bilim ve sanatın temelleri Doğu’da atıl”mıştır (s. 14).
Batı, bilim ve sanatı nereden edindiğini gizleyerek ve inkar ederek uygarlığın Avrupa’dan çıktığını ve Avrupa’ya ait olduğunu ileri sürmektedir.
Şimdiki Batı’ya baktığımızda, orada, “artık insanlığa yeni bir ışık, yeni bir heyecan verebilecek tek bir Batılı yazar yoktur; tek bir Batılı düşünce insanı kendini kabul ettiremez haldedir. Aydınlanma dönemi düşünürlerinin, modernist dönem yazar-şairlerin ‘marka değeri’yle ayakta durmaktadır” (s. 18).
“DOĞU’YA DÖNME”NİN YÖNTEMLERİ
Yıldız, “Doğu’nun yeniden dirilişi ve tekrar yükselişiyle canlandırma”nın sanat ve edebiyatla mümkün olduğunu ileri sürmektedir (s. 19). Elbette altında bir ekonomik temel olacaktır, olmalıdır. Ve bugün o ekonomik temel, bırakalım oluşturulmayı, kendini göstermiş ve hatta kanıtlamış durumdadır. Doğu’nun ayağa kalkışı, canlanışı, gelişmesi, artık bunlar tartışma dışı konulardır.
Doğu’ya dönerken Batı’nın birikimi ve önemini reddetmek diye bir bakış yoktur. Ayrıca “Yıkıcı Batılılaşmanın küllerinden doğabiliriz”.
Doğu’ya ister edebiyatta, ister ekonomide, ister her ne anlayış ve konuda olursa olsun dönmek için tarihten gelen düşünsel donanımlara ihtiyacımız vardır. Bunların başında Avrupamerkezcilik bilinci ile Batı tarzı bakış gelmektedir. Bunlar insanlık tarihinin eşitlikten en fazla uzaklaşma ele alış tarzlarıdır. Merkezciliğin kaynağında insan eşitsizliğinin en keskin biçimi olan kölecilik, Batı tarzı bakışın kökünde ise dünyasal eşitsizliğin en ileri düzeyi olan bölgenin üstünlük duygusu yatmaktadır.
Sanat, siyaset, diplomasi ve askerlik gibi “alt alanlar”da da Doğu’ya dönmek gene bu bakış tarzlarının terkedilmesine, onlardan kurtulmaya bağlıdır.
Türklerin Batı’yı anlamaları, daha önce pek merak etmedikleri Batı’nın 19. yüzyıldaki durumunu gördükleri ve yaşadıkları zaman olmuştur. Jön Türkler, dünyada Batı’yı ilk farkedenlerdir, Batı etkisine dünyada ilk savunmaya geçerek tepki gösterenlerdir. Sosyalizm, “Medeni Avrupalılar, Vahşi Asyalılar” alaycı tanımlamasını yaparak dünyada ilk Doğu-Batı konumlanmasının gerçek yüzünü gösterendir (V.İ. Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Ant Yayınları, İstanbul 1974, s. 85-86). Devrim, Batı’nın geriliğini ve gericiliğini dünyada ilk tespit edip ilan edendir, Lenin’in “Geri Avrupa ve İleri Asya” belirlemesi Doğu’nun dünyada devrim için ilk siyasal saptanması ve konumlanmasıdır (aynı eser, s. 96-98). Kemalist Cumhuriyet, Batı’nın Avrupamerkezci tarih anlayışına dünyada ilk sistemli karşı çıkış, Doğu ve Türk tarih bilincini ilk yaratan ve başlatandır (Türk Tarihinin Ana Hatları / Kemalist Yönetimin Resmi Tarih Tezi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999).
Yahya Kemal’in “Avrupa’ya Batı hayranlığıyla gittim, Türk hayranlığıyla döndüm” sözü Türk Kurtuluş Savaşının ve Cumhuriyet’in Batı ile ilgili bilincini yansıtmaktadır.
Kendini merkeze koyma ve üstünlük duyguları, yalnız eşitliğe aykırı değil, aynı zamanda üstyapının her türüne de engeller ve bozulmalar yaratır. Adalet, eğitim, üretim, beslenme vb. bu duyguların hakim olduğu toplumsal durumlarda, yalnızca olumsuz roller oynamaya mahkumdur.
Anahtar Doğu’da dedik, Doğu’ya dönmenin anahtarı da Batı’nın sözde üstünlüğü ile kendini merkeze koymasındadır.
Asyalı kimliğimizle dünyada ilk kurtuluş savaşını sonuca ulaştırdığımızda Batı emperyalizminin sonunu başlatmıştık. Halen de devam ediyoruz.
“Batı lehine bozulmuş dengeye bir isyanın kıvılcımı” olan kitapta, “vatansız aydınlar”, “12 Eylül edebiyatı”, “olmayan Karadenizli yazarlar”, “ödüller”, “edebiyatın ve tarihin sonu” vb. gibi olağan sürprizlerle de karşılaşılacaktır. Kitabın bütünü ile yazarın tarihsel birikimine dayandığı, yazarın tarih bilincinin yazdıklarına temel oluşturduğu görülmektedir.
Emperyalizme karşı olanlara ve henüz karşı olmayanlara okunması hararetle önerilir.