“Sonuçta doğa ile savaşın kazananı
olamayacağını kavradıkça, doğa
sistemleriyle denge içinde yeni bir
uygarlık geliştirmeyi başarabilecek
miyiz? Yoksa, jeolojik zaman boyunca
yeryüzünde hayat bulup zamanla yok
olan milyonlarca canlı türünden tek
farkımız bunu kendi eliyle becermek mi
olacak?”
Kapitalizmin doğayı ve insan doğasını bozarak ve tüketerek uygarlığı geri dönüşsüz bir yok oluşa sürüklediği artık tartışmasız bir konu olmaya başladı. Kapitalizme muhalif olmayan çevreler bile doğa yıkımından insanı sorumlu görmeye kapalı değil. İnsan doğasının bozulması olgusu, ya da en azından tehdit altında olduğu olasılığı, onlar için de bir kaygı halini almış durumda. Bunlar da her yönüyle kapitalizmi işaret ediyor.
Bu sorunların ya da bu sorunlardan bazılarının sorumluluğunu “gelişmemiş” ülkelere yükleme yönünde çabalar varsa da, böyle iddia sahipleri de içinde olmak üzere geniş kesimler asıl sorumluluğun gelişmiş ülkeler, yani kapitalizm ve piyasa ekonomisinin kontrolsuzluğu olduğunu biliyor. Çünkü tüketim toplumları oralar. Çünkü üretim bağımlılığı ve gelenekleri oralarda ortaya çıktı. Çünkü enerji kaynaklarının en yüksek düzeyde kullanımları oralarda. Çünkü olumsuz teknolojik ve “bilimsel” gelişmeleri onlar belirliyor. Çünkü doğa kirlenmesinin kaynağı onların üretim-tüketimleri.
Sorumluluğun hem gizlenmek istenmesi, hem de bencilce kendilerini korumak, gözetmek, kayırmak isteği, en belirgin ve en hainane olarak atıklar ve artıklar sorununda ortaya çıkıyor. Örneğin, Avrupa’yı üretim-tüketim-(fazla)atık kaynaklı bu kirlilik açmazından korumak için atıklarına yer ararken Avrupalıların aklına bazı Afrika ülkeleri geliyor, ya da suçlarının kanıtlarının hiç bir zaman bulunamayacağı deniz-okyanus dipleri (Karadeniz’in Almanya ve Avusturya tarafından “atık denizi” yapılmasını hatırlayalım, bir de ABD’nin sağının-solunun okyanus olduğunu).
Doğa ile ilgili dünyasal sorunlar günümüzde en önemli sorunlar arasında görülmekle birlikte, aynı zamanda sorunların sonuçlarının uzun vadeli olması bakımından da özellikler taşıyor. Oysa sonuçlar gerçekte uzun vadeye kalmayacak gibi. Dolayısıyla sorunlar hem günümüzü ve hem de geleceğimizi ilgilendiriyor. Sonuçların sadece uzun vadede görülecek olmasına inanılması, hem bunların “bizden sonrakilerin” sorunu olarak görülmesine, hem de çözümünlerin olanaksız olduğunun düşünülmesine yol açıyor. Bu iki durum da bir şey yapılamayacağına çıkıyor, bu yüzden de “ümitsiz vaka” ve “boş ver” sendromları yaşanıyor.
Bu sürece girilmesi, geleceğin gelecek kuşaklardan esirgenmesidir.
Apaçıktır ki, gelecek kuşaklardan çalınan sürdürülemezlik, kabul edilemeyecek bir hırsızlıktır, bir soygundur.
“Kirlenme” Nedir? Doğayı Kim Kirletiyor?
Doğanın kirlenmesi 19. ve 20. yüzyıllarda en yüksek düzeye çıktı. En çok lafının edilmesi de bu yüzyıllarda oldu. Bu yüzden, kirlenme dediğimiz şey, esas ve ağırlıklı olarak kapitalizmin neden olmasıyla açıklanabilir. Çünkü kirlenme, “insanların etkinliği sonucu işe yaramaz hale gelen ve geri kazanılamayan” şeylerle ilgilidir.2 Dolayısıyla kirlenmenin etkenleri, sanayi, büyük üretim ve tüketim toplumudur. Doğaya kapitalizmden daha büyük ve daha fazla bir müdahale olmamıştır. Teknolojinin yarattığı yüksek endüstrinin “ateşi”, ilk kirlenmedir. Ve teknolojideki her gelişme, kaynakların daha fazla kullanımına, dolayısıyla artık ve atıkların fazlalaşmasına yol açmıştır.
İnsanın çöpü, insanlığın sorunu olduğu gibi, doğanın da sorunu olmuştur.
İnsanın olmadığı yerde kirlenme yoktur. Doğada ise kirlenme diye bir şey yoktur.
Doğanın kirliliğinin temizlenmesi çok zordur. Kirlenme de esas olarak suda ve karada çözülme zorluğu olan insan ürünü kimyasallardan oluşmaktadır.
Kapitalizm Sorumlu, Tamam, Ama Öncesi De Var!
Yalnızca doğa tahribatı ve türlerin azaltılması açısından baktığımızda insan soyunun doğaya verdiği zarar kapitalizmden çok önce başlamıştı. Doğanın tahribatı ve bozulmasının antik çağlarda bile geri döndürülemez yıkım ve zarar görme çeşitleri vardı. Ve unutulmasın, tahribat, başladığından itibaren hep aralıksız, durmaksızın, her an da giderek artan ölçülerde olmak üzere bugüne gelmiştir.
Nüfusça çoğalan insan, hızlanan üretim, yayılan tüketim, süreci olumsuz yönde etkilemiştir ve etkilemektedir.
Bazı yaban hayvan türlerinin “İsa doğduğu” zamana kadar soyu insanlar tarafından tüketilmişti. Birinci bin yıl sonunda bu “kaybedilen” türlere çok sayıda yenileri eklendiği gibi, soy tükenmeleri süreleri de hızlanmıştı.
Ayrıca bin yıllardır toprak kaybı yaşanmakta, bitki örtüsü değişim geçirmekte, ormanlar sürekli eksilmekte, hayvan ve canlı türleri olumsuz başkalaşmalara uğramakta, fazla çoğalma ile yok olma birlikte yaşanmaktadır. Bütün bunlarda insanın küçümsenmeyecek, gözden kaçırılmayacak bir payı vardır, hatta insan birçok doğa tahribatının, kirlenmesinin ve türlerden yok olmanın bizzat sorumlusudur.
İskoçya’nın kuzeybatı bölgesindeki ormanların 4 bin yıl önce yok edildiği belirlenmiştir. Akdeniz bölgesinde gemi yapımında kullanılan belli ağaç türleri binlerce yıl boyunca tüketilerek (İsa “doğduğunda”) kökleri bile kurutulmuştu. Anadolu’nun kuzeyindeki Karadeniz çamının bir türü, gemi ve ev yapımında en uygun ağaç türü olduğundan tamamen bitirilmiştir. MS sonra 11. yüzyılda Cermen kavimlerinin doğu yönünde yayılması Avrupa ormanlarının yıkımını başlatmıştır.
Yakına yaklaştığımızda, 1664 yılında John Evelyn adındaki zamanının ünlü bilgini, İngiltere’de “aşırı ağaç kesmenin zararlarına değinir ve ormancılığın yeni bir akademik disiplin olmasını önerir”. Boşuna değildir.
Bir Çinli düşünür doğa tahribatı ile ilgili olarak MÖ 4. yüzyılda, geleceğe yönelik uyarılar yapmıştı. Demek ki, daha o zamanlarda bile doğa tahribatının farkına varılmaktaydı.
Grek filozof Platon, doğa tahribatına ve doğanın bozulmasına “Batı”da Kritas adındaki kitabıyla ilk dikkat çekenler arasındadır.
Çevrecilik açısından o eski zamanların belki de en önemli düşünürü Tacitus, “… doğal alanların olduğu gibi bırakılması fikrini ilk defa ortaya atanlardan biridir“. Ne yazık ki böyle düşünceler, bırakalım ciddiye alınmayı, dinlenmemiş ve duyulmamıştır.
1700’lerin ilk çeyreği dönemlerinde Paris’te kralın bahçecisi olarak çalışan Fransız doğabilimci Kont Buffon’un doğal verimlilikle ilgili belirlemeleri ilginçtir. Çevre sorunları o zamanlarda bile gündeme getirilmekteydi.
Avrupa’sından Çin’ine kadar bütün gelişme sürecine girmiş dünyada bir duyarlılık olması, doğanın insan tarafından zarar görmesinin gözlerden kaçamayacak bir ölçüde olduğunu göstermektedir.
Doğanın kirlenmesine geldiğimizde, sanayileşmenin ne rolü olduğunu bugün biliyoruz, ama İngiltere’nin sanayileşmenin öncesinde bile kirlenmeye başlamış olduğunu öğrenmemiz gerekir. İngiltere’de kömür kullanımından ortaya çıkan hava kirliliğinin sağlığa zararlarına daha o zamanlarda dikkat çekilmiştir.
İnsan, gelişmişliği ölçüsünde bilinçsizce belirleyicilik özelliği kazanmış, alet yapma ve alet kullanma, tasarım yapma, strateji oluşturma gibi yetenekleriyle “doğal zarar verme”nin ötesine geçmiştir. Hayvanlarla ortak özellikleri arasında ise, sonuçları hesap etmeme konusu en önde gelendir.
Doğaya verdikleri zararın “modern” dünyadakine oranla çok daha az olmasına rağmen antik uygarlıkların, örneğin, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır gibi bölgelerin doğa ile ilgili anlayış ve kavrayışlarının, doğanın resmen tahribe uğradığı modern zamanlarınkinden daha özenli, farkındalık derecesinin daha yüksek olduğunu görüyoruz.
Yeraltı kaynakları olarak metal elementlerin tükenmesi sürecinin başlaması da yeni değildir. MÖ 2500 yıllarında Batı Asya’nın birçok yerinde bakır ve kalay tamamen tüketilmişti.3 (Bilindiği gibi, kalayın bakırla alaşım haline getirilmesi o zaman için devrim sayılan Bronz Devrini başlatmıştı.) Bu, insanların tarihte ilk kez doğal kaynakları tüketmesi ve ilk kez tükenenlerin başka yerlerde aranması olarak tükenmenin bilince çıkmasıydı.4
İnsan Türünün Merkezciliği
İnsan doğayı ne yaratandır, ne biçimlendirendir, ne de koruyandır, ama buna karşın doğaya bütün müdahalelerinde insan hak sahibidir! İnsan kendini ölçü almıştır, her şeyi kendine göre düşünmeye yatkın ve hazır olmuştur. Elbette pratiği de buna uygun olacaktır. Ve bundan insanmerkezlilik ortaya çıkmıştır. Sorumsuzluk, sorunlara gözlerin kapatılması ve sonuçları düşünmeye zahmet edilmemesi merkezcilikle birleşmiş, bunların sonucunda sonrası kavramı ortaya çıkamamıştır. Üstelik, bunlar sistemin kaynakları arasındadır. Ve bu saydıklarımızın altında da kapitalizmin yatmaktadır. Çünkü kapitalizmin özü kârdır, geride kalmamaktır, ne pahasına olursa olsun kendini kurtarmak, her şeyi kendine tabi kılmaktır. Sistemin birey açısından anlamı da bireymerkezciliktir.
Ekonominin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için üretimi hep sürdürmek ve devamlı önünü açmak, sistemin vazgeçilmez özelliğidir. Bu aynı zamanda tüketiciliğin de gereğidir
Üretim düzeyi aynı zamanda israf ekonomisiyle birleştirilmiştir. Yüksek üretimin ve kâr sisteminin bir ihtiyacı da israftır.
Bu bakımlardan insanlığın kapitalizmden kurtulması şarttır, insanlığın bu en gelişmiş bencillik ve bencilik sisteminden kurtulması ilk amaçtır. Evet, insanlık kapitalizmden kurtulacaktır, ama aynı zamanda insanmerkezcilikten de.
Kaygılar hem yaygındır (önemli ölçüde kitleselleşmiştir), hem de çok yönlüdür. Bugün artık kaygıların tekeli bilim insanlarının elinde bulunmamaktadır.
Bu üretim ve israf politikaları yüzünden dünya çapında bütün madenlerin ve yeraltı kaynaklarının tükenmesi kaçınılmazdır. Bu gerçek, teknolojilerin bir kısmından vazgeçilmesi anlamına geliyor. Seri üretim ve sınırsız pazarlama uygulamalarının tükenişi yaklaştırdığı ortadadır.
Bu, sistemin sürdürülemezliğinin bir kanıtıdır.
Sonuç ve Çözüm
İnsan tarafından oluşturulmayan çevre, insan tarafından binlerce yıldır zarar görmektedir, ama çevrenin insan tarafından oluşturulan kısmı da sağlıklı bir ortamı göstermiyor.
Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının kentlerde yaşıyor olmasının getirdiği sorunlar, insan ve toplum hayatının sağlıksızlaşmasının nedeni olmuştur. Bu ve nüfus artışı, insan hayatının sürdürülebilmesini olanaksızlaştırdığı gibi, çok yönlü yabancılaşmanın da nedenidir. İnsan kapitalizmin altında topluma, hayata, kendine, geleceğe ve daha birçok şeye yabancılaştığı gibi, doğaya da yabancılaşmıştır.
Doğadan türemiş bir sözcükle deyelim, yabancılaşma doğal olmamak durumuna girmek değil midir? (Bu cümleyi “tabiat” ve”tabii” sözcükleriyle de okuyabilirsiniz, belki daha anlaşılır olacaktır.)
Bu yabancılaşmanın bireyler ve toplumların sağlığına verdiği zararlar yanında, kapitalizmle doğa arasında uyuşmazlık ve hatta antagonizmi net bir şekilde ortaya çıkardığı da ortadadır.
İnsanoğlu doğanın sonunu getiremez, doğa kendi özellikleri ve yasaları gereğinde var olmaya devam eder, edecektir. Ama sorun, insanın, doğanın dengesinin ve insan-doğa ilişkisinin geleceğindedir!
Tabii bu arada canlı türleri azalmış, yok olan türler çoğalmış, insan kendi türünü de ortadan kaldırmış, insan için akla gelebilecek bütün “felaketler” olmuş bitmiş, hatta dünyamızda canlılık sona ermiş, ne gam; bütün bunlar doğanın umurunda değildir, insan aslında kendi küpüne zarar vermekle kalmıştır.
Bu gidişat şu anda böyle olacakmış gibi görünüyor, ama kaçınılmaz değildir. İnsana doğanın zeka ve akıl şeklinde verdiği ayrıcalık, bahşettiği bu olanak, elbet bu çıkmaz yolda ilerlemeye bir dur diyecektir.
Doğanın kapitalizmi yenmesinden başka seçenek yoktur ve insanın doğanın yanında olması yolunu tutması gerekmektedir, bu ise toplumsallıkta ve sosyalizmdedir.
İnsana, zekasına, aklına, temizliğine, dürüstlüğüne, sevgisine, güzelliğine, yaratıcılığına güvenmek ve inanmaktan başka yol bulunmamaktadır. Ne yaparsa insan yapacaktır, ne yapılırsa insanla yapılacaktır.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve Çin toplumunun olumsuz gelişmelere dünya çapında etkisi olacağının işaretleri vardır. Bugünkü Çin’in yükselişinin geçmişteki hiç bir gelişmeyle benzerliği bulunmamaktadır. Tersine, insanlığa yol gösterecek projelerle öncü olması da mümkündür.
Filii doğa düşmanlığının sona ermesi, toplumsallıkla ve doğa dostluğuyla başarılacaktır.
NOTLAR
1Nükhet Barlas, “Doğa Yıkımı Yüzünden Çıkmaza Giren Uygarlığımız İçin Umut Var Mı?”, Doğu Batı, yıl 21, sayı 83, Kasım-aralık-Ocak 2017-18, s. 127.
2 Burada “ses ve gürültü” ile “ışık ve görüntü” kirlenmelerini, sadece maddi ve geri dönüşü olmayan kirlenmelerden söz etmek istediğimiz için konu dışında tutuyoruz.
3 Isaac Asimov, İnsanlığın Geleceği, cep kitapları, İstanbul 1991, s. 276.
4 Bu yüzden MÖ 1000 yıllarında Fenikeli denizciler Akdeniz’den dışarıya çıkarak İngiltere’nin güneybatı sahillerindeki “Kalay Adaları”nı (bugün Scilly Island olarak biliniyor) buldular. Daha sonra da Roma İmparatorluğu bakır ihtiyacının karşılanması için İngiltere’yi ele geçirmek zorunda kaldı (Roma’nın kendisi için hiç bir işe yaramaz İngiltere Adasına gitmesi bu yüzdendir).
Aslında maden kaynaklarının tükenmesi sadece karalar için geçerlidir. Dünya yüzeyinin en geniş kısmını kaplayan denizlerin altında da büyük zenginlik vardır. Denizler ve okyanus diplerinden petrol ve gaz çıkarılabilmesine karşın, madencilikte benzer yöntemlerle maden çıkarılması uygulanması şimdilik söz konusu olamamaktadır.