Geçtiğimiz haftalarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin Minneapolis eyaletinde gözaltına alınırken polis memuru Derek Chauvin’in diziyle sekiz dakika kırk altı saniye boyunca boynuna bastığı George Floyd’un ölümüyle başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere bütün dünyada ırkçılık yeniden tartışılmaya başlandı. Floyd’un “Nefes alamıyorum!”. “Beni öldürmeyin” uyarılarına rağmen, polis memurunun elleri ceplerinde umarsızca davranışları gerçekten de insanın yüreğini kanatıyor. Bir insanın sadece ten renginden dolayı böyle aşağılık bir muameleye maruz kalması bütün insanların eşit olduğu idealiyle çelişmektedir. Ben de buradan hareketle medeni dünya olarak gösterilip bazı çevrelerin hayali olan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da zencilerin ikinci sınıf muamele gördükleri bir dönemde, bizim topraklarımızda zencilerin, beyazlar ile beraber yaşayışları, ve daha önemlisi ‘eşit’ yaşayışlarını vurgulamak maksadıyla, bir Osmanlı neferi olan Zenci Musa’yı ve onun askeri hayatını anlatmak istiyorum.
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da yaşayan zenciler Afrika’dan köle olarak o topraklara götürülmüşlerdir. Yüzyıldan daha kısa bir süre öncesine kadar da “kanunen” beyazlar ile eşit haklara sahip değildiler. Fiiliyatta ise ne kadar eşit oldukları ayrı bir tartışma konusudur. Hatta öyle ki 1955 yılında otobüslerde zenciler beyazlara yer vermek zorunda idi(1). Bunun gibi sosyal hayattaki eşitsizliklerin yanı sıra hukuki anlamda da eşitsizlikler vcardı. Mesela 1965 yılına kadar Birleşik Devletler’de zenciler oy kullanma hakkına sahip değildiler(2). Kuruluş dönemi Amerikasına baktığımızda ise kurucu babaların hazırladığı Amerikan Anayasasında, eyaletlerin Kongredeki temsil oranları belirlenirken bir siyahın bir beyazın beşte üçü sayılacağı yazılmıştır(3). Bütün bunların yanı sıra Osmanlı Döneminde de Afrika’dan getirilen zenciler olmuştur. Ancak bunların kaderi Batı’da yaşayan renkdaşları gibi olmadı. Zaten bu Afro-Türkler’in bir kısmı kendi istekleri ile Afrika’dan Osmanlı’ya göç etmişti ya da işçi olarak veya açık köle olarak getirilmişti(4). Açık köle ise köle olarak satın alınıp, hemen ya da kısa bir süre sonra azat edilen kimse demektir. Görüldüğü üzere zenciler Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde köle, ikinci sınıf insan ve benzeri sıfatlara muhatap olmamışlardır. Hatta bir çok alanda tanınmış isimde Afro-Türklerden çıkmıştır. Yurtdışında top koşturan ilk Türk futbolcu olan Vahap Özaltay da bunlardan biridir. Güzel İzmir’in köklü ekiplerinden Altay’da futbol oynadıktan sonra Fransa’nın Racing kulübünde oynamıştır(5). Milli formayı da terleten Özaltay, cumhuriyetimizin ‘eşit’ yuttaşlarından biridir. Zenci Musa da aynı bu şekilde Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşamış bu ülkeye hizmet etmiş Afrika kökenli bir vatanseverdir. Hayatı boyunca “Önce ümmet!” ve “Yarabbi, bana ölünceye dek bu devlete hizmet etmeyi nasip eyle…” diyen bir kahramandır. Şimdi Zenci Musa’nın hayat hikayesine bakalım.
Zenci Musa, aslen Sudanlı bir ailenin çocuğu olarak Girit’te dünyaya geldi. Doğduğu, büyüdüğü yıllar Osmanlı’nın en buhranlı olduğu yıllardı. 1880’de hayata gözlerini açan Musa, bir kasırganın ortasına doğmuştu. Osmanlı her taraftan darbe almış, ülkemizi ele geçirmek isteyen devletler yavaşça fikirlerini gerçeğe dönüştürmeye başlamışlardı. Musa’nın dedesi ise Mısır’da yaşayan Mansur adında bir şeyhti. Kahire’nin Türk mahallesinde yaşayan Şeyh Mansur Türkçeyi çok iyi konuşan, Osmanlı Türkçe’sini okuyup yazabilen, yaşadığı ülke kendi tabiriyle ‘koca şeytan’ olan Britanya İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesine rağmen “Ben Müslümanım ve Osmanlı’ya bağlıyım” diyen saygın bir kişiydi. İngilizler yüce İslam dinini bozmak, Türklerin arasına fitne sokmak için Osmanlı topraklarında sahte din adamları çıkarıyor ve mevcut din adamlarını çeşitli yollarla kendi safına çekiyordu. Günümüzde’de bu taktik hala uygulanıyor diyebiliriz. Bu uğurda Şeyh Mansur’a da çeşitli teklifler gelse de Şeyh her zaman bu teklifleri reddetmiştir. Şeyh’in bu hayattaki en büyük arzularından birisi Girit’te yaşayan sevgili torunu Musa’yı görmek idi. Oğluna defalarca mektup yazarak torununu göndermesini istemişti. En sonunda oğlu, Şeyh’e torunu Musa’yı bir gemi aracılığıyla göndermiş; Şeyh Mansur torununa sonunda kavuşmuştu. Şeyh’in isteği torununun da kendisi gibi iyi bir Müslüman, iyi bir vatansever olmasıydı. Torununun her koşulda kuşaklar boyu derin bir samimiyetle hizmet ettikleri Osmanlı’ya sadık bir mücahit olmasını istiyordu. Musa gemi ile Mısır’a geldiğinde dedesi onu limanda karşılamış evine götürmüştü. Musa dedesinin yanında, onun tedrisatından geçti. Dedesi sürekli ona Osmanlı’nın büyüklüğünden, İngiltere’nin ne kadar kötü olduğundan bahsediyordu. Musa ise sürekli dedesine neden Osmanlı’ya bu kadar bağlı olduğunu sorduğunda ise dedesi zamanın doğru olmadığını, her şeyi ona zamanı geldiğinde anlatacağını söylüyordu. Bu süre zarfı içinde Musa çok uzun boylu, iri yapılı kuvvetli vücudu ile dikkatleri çekiyordu. Odönemde yolda tartıştığı İngiliz askerlerden birinin tüfeğini eli ve dizinin yardımıyla kırması Mısır’da bir üne kavuşmasına yardımcı oldu. Zaten İngilizler tarafında kendisine yapılan teklifleri reddettiği için göz hapsinde tutulan dedesinden sonra şimdi de kendisi dikkat çekiyordu. Bu yıllarda stratejik öneme sahip olan Mısır’ı le geçiren İngiltere, Fransa’nın Tunus’u, İtalya’nın ise Libya’yı işgal etmesine göz yummuştu. İtalya, Libya’ya asker çıkarmaya hazırlanıyordu. Osmanlı Devleti ise ne yazık ki donanmasını Libya’ya gönderemiyor, askeri destek sağlayamıyordu. Libya’da bulunan tarikat lideri Şeyh Senusi kendi imkanları ile bir direniş başlatıyor. Doğrudan askeri yardım gönderemeyen İstanbul ise en iyi askerlerinden olan Binbaşı Enver, Kolağası Mustafa Kemal, Eşref Bey, Ali Fethi Bey gibi bir grup askerini Libya’ya direnişi koordine etmesi için gönderiyordu. İslam Dünyasında ise bu muhtemel işgale protestolar düzenleniyor; orada savaşmak isteyen mücahitler bir takım yollarla Libya’ya geçiyorlardı. Kahire’de düzenlenen bir mitinge Musa da katılmıştı. Miting sırasında çıkan bir kovalamacada, bir sokak arasında bir ip yardımı ile yedi tane İngiliz askerini yere düşürmüş ve silahlarını alıp dedesi Şeyh Mansur’un evine kaçmıştır. Musa’nın ve kaçırdığı yedi tüfeğin peşinde olan İngilizler, Şeyh’in evinde arama yapmış, ancak Musa’yı bulamamışlardı. Musa ise evlerinin bahçesindeki kuyuya saklanmış, siyah olan ten renginin de sayesinde karanlıkta belli olmamıştı. Askerler gittikten sonra da dedesine, Libya’ya gitmek istediğini söylediğinde dedesi bu fikrini onaylamış ve ona Osmanlı’ya neden bu kadar bağlı olduğunu anlatmaya karar vermiş. Musa yedi tane tüfek ile birlikte Libya’ya, Trablusgarp Savaşı’na savaşmaya gitmeden önce dedesi ona bütün gerçekleri, ailesinin kökenini anlatmıştır. Şeyh’in büyük büyük dedesi bundan yüz yıllarlar önce Tarık bin Ziyad komutasındaki İslam Ordusunun, İspanya’yı fethe gideceğini öğrenmiş ve bir yolculuktan sonra anayurdu olan Sudan’dan, Mısır’a gelip orduya katılmış ve İspanya’ya cihada gitmiş. İslam ordusuyla beraber İspanya’ya ayak basan ilk kişilerden olmuştur. Daha sonra Kral Alfonsa’nın, İspanya’yı fethedip, Endülüs Devleti’ni yıkmasıyla, İspanya’da zulüm dönemi başlamıştı. Endülüs’ü yıkanların ilk işi ise Endülüsler’in yaptığı büyük kütüphaneyi yıkmak olmuştu. İspanya Müslümanları ise kurtuluş için Osmanlı Devleti’nden yardım istemiş ve Osmanlı bir donanma göndererek İspanya Müslümanları ve onlarla beraber zulüm gören İspanya Yahudilerini gemilere bindirmiştir. Şeyh’in büyük dedesi ise bütün kayıklar dolup hiç yer kalmayınca kıyıda bir başına kalmış, onun durumunu gören donanmanın komutanı Kemal Reis’in kaptanlarından biri bir kayık göndererek kıyıda kalan son kişiyi, Şeyh Mansur’un dedesini gemiye almıştır. Bu hikaye ise kuşaklar boyu aile içinde anlatılmış, Osmanlı’nın büyüklüğü, vefakarlığı hep bilinmiştir. Şeyh’in ailesi dedelerinin İspanya’ya ayak basan ilk kişilerden olmasıyla hep övünmüş; ayrılan son kişi olmasıyla da hüzünlenmiştir. Şeyh bu olayları torununa anlattıktan sonra kendisine demiştir ki ” Unutma evlat Osmanlı tek kişi de olsa Müslüman birini kafirin elinde, mazlum birini de zalimin elinde bırakmamıştır. İşte biz bu yüzden Osmanlı’ya gönülden bağlıyız.” Dedesinin son nasihatlarını da alan Musa, Libya’ya, Trablusgarp Savaşına katılmak için yola çıkmıştır.(6)
Musa’nın, Trablusgarp Savaşına yedi tane tüfek götürmesi başlı başına zaten bir başarı idi. Cephede ise silah sıkıntısı çeken Osmanlı Kuvvetleri silah tedarik etmek için İtalyan Kuvvetlerine saldırıp silah kaçırmayı planlıyordu. Bu planda ise güçlü kuvvetli yapısı ile Musa’ya, İtalyan Kuvvetleri çatışırken silahları kaçırma görevi düşüyordu. Bu görevi başarı ile yapan Musa’nın ünü ordu içinde yayıldı. Musa, ileride beraber omuz omuza vatan için mücadele vereceği, fiziksel olarak ayrı düşseler de, ruhen asla ayrı düşmeyecekleri biri ile de burada tanışmıştı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın son lideri Kuşçubaşı Eşref. Kuşçubaşı, Musa’nın acı kuvvetinden etkilenmiş onu yanına almış, ileride ise sağ kolu yapmıştı. Balkan Savaşlarının başlamasıyla, Osmanlı, Trablusgarp’dan çekilmiş, savaş bitmişti. İtalya kazanmış, Afrika’daki son toprak parçamızı da böylelikle kaybetmiştik. Musa, komutanı Eşref Paşa ile İstanbul’a gelmişti. Hayatında ilk defa hilafetin merkezini, Osmanlı’nın başkentini görüyordu. Şehre baktığında İstanbul’un müthiş güzelliği yanında, sokaklarda perişan halde gördüğü Balkanlardan gelen muhacirleri görüyor, koskoca devletin düştüğü hale üzülüyordu. Bu sırada ise İkinci Balkan Savaşı’nın çıkması gündeme gelmişti. Edirne’nin geri alınması için çalışmalar başlamış, Musa da bir takım istihbarat çalışmalarına katılmıştı. Edirne’nin geri alınmasında sonraki süreçte bu sefer Birinci Dünya Savaşı çıktı. Musa ise bu sefer bambaşka bir coğrafyaya, Arabistan çöllerine gidecekti. Ortadoğu karışıyor, bazı Arap kabileleri, İngilizlerle anlaşmaya başlıyordu. Osmanlı Hükümeti ise safını güçlendirmek istiyor. Kendine yakın aşiretlere, kabilelere heyetler gönderip ikna etmeye çalışıyordu. Kuşçubaşı Eşref ve sağ kolu, emir eri Musa’nın içinde bulunduğu heyette ilerde İstiklal Marşımızı da yazacak Mehmet Akif de vardı. Akif onun için “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa/ Omzunda yükseldi Nebi İsa” demiştir. Arabistan çöllerinde yapılan görüşmelerden sonra Eşref Bey’i ve emir eri Musa’yı yine aynı coğrafyada bambaşka bir görev bekliyordu. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa, Eşref Bey’i ziyaret ederek Yemen’de yeteri kadar askerimiz olmadığını; yalnız, orada vatansever, Osmanlıya bağlı Yemenliler olduğunu ve onlara altın göndermemiz gerektiğini söyledi. Böylelikle, Yemen’de bulunan Osmanlı Kuvvetleri ve yerli halk, İngilizleri ve hain Şerif Hüseyin’in kuvvetlerini geri püskürtebilecek. Bu iş için Eşref Bey’e üç yüz bin altın Yemen’e götürülmek üzere verildi. Plana göre önce Medine’ye, kutsal şehri koruyan Fahrettin Paşa’nın yanına gidecekler oradan ise Yemen’e gideceklerdir. Medine’ye gittiklerinde ise Fahrettin Paşa kendilerine, İngiliz İstihbaratı’nın bu altınlardan haberdar olduğunu, Medine’den çıktıktan bir kaç kilometre sonra kuşatılacaklarını söyleyince Eşref Bey, Medine’ye geldikleri gibi yine iki grup halinde yola çıkmayı, kendi içinde bulunduğu gruba sayıca az altın vermeyi, çok altını ise Zenci Musa’nın olduğu gruba vermeyi planladı. Musa’nın grubu daha güvenli yoldan, Eşref Bey ise daha tehlikeli yoldan gidecekti. Eşref Bey bir nevi kendini yem olarak kullanıyordu. Plan aynen istedikleri gibi gerçekleşti. Eşref Bey’in grubu İngiliz ve bedevilerin oluşturduğu askeri birlikleri kuşatır. Bir gün bir gece süren çarpışmalardan sonra Eşref Paşa esir düşer ve küçük düşürülmek için yayan halde içinde meşhur İngiliz casusu Edward’ın bulunduğu çadıra getirirler ve Eşref Bey’in esirlik hayatı başlar. Eşref Bey’in iki adamı ise kendi gruplarında olan altınları develere yükler ve kaçırmayı başarır. Musa’nın grubu ise kendi peşlerine düşen İngilizlere yakalanmamayı başarır ve altınlar Yemen’e ulaştırılır.(7)
Osmanlı artık yolun sonuna gelmişti. Yüzyıllar boyunca ayakta tutmaya çalıştığımız devletimiz ne yazık ki ölüm fermanını imzalamış. Mondros Ateşkes Antlaşması ile sonun başlangıcına girilmişti. Osmanlı birlikleri teslim oluyordu. Yemen’de Osmanlı birliklerinin komutanı olan Ahmet Tevfik Paşa ise Musa’ya ne yapacağını soruyor, Musa ise tek komutanım dediği, onu hep beklediği Eşref Bey’i bekleyeceğini söylüyordu. Ahmet Tevfik Paşa ise Musa’yı, İstanbul’a götürmek istiyor onu ikna etmeye çalışıyordu. Savaşı kaybettiklerini anacak yine milletimiz için bir şeyler yapılabileceğini söylüyor, orada mücadele edeceğimizi anlatıyordu. Paşa’nın şu sözleri ise Türk Tarihinin özeti gibiydi, ” Devlet yıkıldıysa millet ayaktadır. Ümit yıkıldıysa azim ayaktadır. Silahımız elimizden alınsa dahi öfkemiz vardır. Hür yaşamak fikrimiz vardır.” Musa ise kabul edip, Paşa ile birlikte İstanbul’a gitmiştir. Paşa, Musa’ya kendisine emekli maaşı bağlatmayı teklif etse de Musa reddeymiş, Paşa’nın kendisini yerleştirdiği askeri yatakhaneden ayrılıp, camilerde, tekkelerde, dışarıda yatmaya başlamıştır. İstanbul’un hali ise içler acısıydı. Bir zamanlar leylekler için vakıf kuran, kuş evleri yapan büyük devlet, şimdi kendi evlatlarını beslemekten acizdi. Elbet bu günler de geçecekti. Musa, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın bir şeyler yapmaya çalıştığını duyunca ona destek vermek istedi ama nasıl? Limanda hamalların bazı şüpheli konuşmalarını duyunca bunların Kuvvacı olabileceğini düşünüp onlarla birlikte hamallık yapmaya başladı. Çeşitli silah kaçırma eylemlerinde bulundu. En sonunda sadakatini ispatlayınca da Kuvvayimilliye’ye girmeyi başardı. Mısır’da olduğu gibi İstanbul’da da uzun boyu, heybetli yapısı ve acı gücü ile İngilizlerin dikkatini çeken Musa, İngiliz General Harrington tarafından kendilerine çalışması halinde altın kazanacağına dair bir teklif aldı. Musa bu teklifi “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” diye cevapladı. Bağlı olduğu Kuvvacıların silah kaçırma işlerine yardımcı olarak İstanbul’dan Ankara’ya destek verdi.(8)
Zenci Musa 1919 senesinde İstanbul’un o karanlık işgal günlerinde yorgun vücudu ile vereme yakalandı. Kendisine sanatoryuma yapması, tedavi olması yönünde teklifler gelmesine rağmen o bu teklifi kabul etmedi. Kendisinin iyileşeceğini oraya gücü olmayanların yatmasını istedi. Özbekler Tekkesine yerleşen Musa’ya, tekkenin şeyhi Ataullah Efendi tarafından bir oda verildi. Ne yazık ki kısa bir süre sonra bu Osmanlı neferi ruhunu Allah’a teslim etti ve bu dünyadan ayrıldı. Sıkıca tuttuğu, yanından hiç ayırmadığı bavulundan ise bir adet Mushaf-ı Şerif, bir adet ay yıldızlı bayrak, beyaz bir kefen bezi, bir Osmanlı haritası ve Kuşçubaşı Eşref’in solmuş bir fotoğrafı çıkmıştır. Naaşı ise Özbekler Tekkesi Haziresine defnedilmiştir. Bugün mezarının tam yeri bilinmemektedir. 2012 yılında ise Üsküdar Belediyesi ve çeşitli vakıfların girişimi ile bir temsili mezar belirlenmiş ve Zenci Musa’nın büyük hayatını anlatan bir kitabe yerleştirilmiştir.(9)Ömrünü milletine adamış bu değerli insanının hayat hikayesi böylece anlatmaya çalıştım. Kendisi gibi bu vatana hizmet etmiş kişilerin emaneti olan bu ülke hala ayaktadır ve öyle kalmaya devam edecektir. Hiç birinin emeği hiç boşa gitmemiştir.
1-) Sinan Meydan, “ABD’de Irkçılığın Kısa Tarihi”, Sözcü, 8 Haziran 2020
2-) Meydan, a.g.e.
3-) Meydan a.g.e.
4-) tr.wikipedia.org/wiki/Afrika_Kökenli_Türkler
5-) onedio.com/haber/bir-insan-neden-altay-tarafatarı-olur-ki–417649
6-) İsmail Bilgin, Zenci Musa Kuşçubaşı Eşref’in Sağ Kolu, (İstanbul:Timaş Yayınları,2018), 19-82
7-) Bilgin, a.g.e., 82-185
😎 Bilgin, a.g.e., 187-316
9-) diyanethaber.com.tr/aylik-dergi/bir-sadakat-destanı-zenci-musa-h4300.html
Kaynakça
Sinan Meydan, “ABD’de Irkçılığın Kısa Tarihi”, Sözcü, 8 Haziran 2020
tr.wikipedia.org/wiki/Afrika_Kökenli_Türkler
onedio.com/haber/bir-insan-neden-altay-tarafatarı-olur-ki–417649
İsmail Bilgin, Zenci Musa Kuşçubaşı Eşref’in Sağ Kolu, (İstanbul:Timaş Yayınları,2018)
diyanethaber.com.tr/aylik-dergi/bir-sadakat-destanı-zenci-musa-h4300.html