Evet, “Durum Ümitsiz Fakat Ciddi Değil”. Bu alıntı 1965 yılı yapımı bir filmden. Başrolleri Michael Connor, Robert Redford ve Alec Guiness oynuyorlardı. Konu kısaca şöyle; Connor ve Redford II. Dünya Savaşı sırasında uçakları küçük bir Alman köyünün yakınına düşen iki pilottur. Bu iki pilotu yaşlı bir Alman (Guiness) kurtarır ve koruma bahanesiyle mahzenine hapseder. İki pilotun dış dünya ile tek ilişkileri bundan sonra sadece bu yaşlı Alman aracılığıyla kurulacaktır. Alman, Amerikalı pilotlara sürekli olarak Nazi rejimi altında nasıl mutlu yaşadıklarını anlatmaktadır. Ancak, savaş bitmesine karşın yaşlı Alman, yalnız kalmamak için, bunu pilotlara söylemez. Böylece pilotlar savaşın bittiğini fark edinceye dek mahzende yedi uzun yıl geçirir. İki pilotun durumu ümitsizdir ancak çok büyük bir savaşın tam ortasında sağ kalabildikleri için çok ciddi de değildir.
Günümüzde az gelişmiş ülkelerin ekonomik ve finansal krizleri bu ülkelerin durumlarına daha yakından bakmamızı gerektiriyor. Öncelikle “gelişmekte olan ülke” kavramını tekrar ele almak gerekiyor ki bunu kullanmaktan sürekli olarak kaçınıyorum. Bir şey yapıyor olmak ileride bir hedef olduğunu ve belirli bir zaman dilimi içinde bu hedefe ulaşılacağını veya başarısız olunacağını ifade etmektedir. 1960’lı yıllarda çeşitli uluslararası kuruluşlar az gelişmiş ülkeleri incitmeden tanımlamak ve biraz da bunlara bir gün gelişecekleri hayalini yaşatmak amacıyla bu deyimi icat etmiştir. İşin doğrusu, eski deyimle “tecahül-i arifane” idi. Yani bu ülkelerin aslında gelişemeyeceklerini bilmezlikten gelme nezaketi. Ekonomi literatürü de bu yaklaşımı doğrulamaktadır. İngiliz iktisatçı Sir John R. Hicks’in (1904-1989) daha 1950’li yıllarda yaptığı çalışmalar, ki kendisi 1972 Nobel Ekonomi ödülü sahibidir, bir ülke kalkınmasının dış borçla finanse edilmesi durumunda kalkınmanın aslında negatif olacağını göstermiştir. Hicks’in bu değerli çalışmaları ne yazık ki hak ettiği değerleri bulamamıştır. Bunun yerine başta çok tanınmış uluslararası finans kuruluşları olmak üzere önde gelen ülkeler az gelişmiş ülkeleri “gelişmekte olan” diye tanımlayarak sürekli bir illüzyon içinde tutmayı başarmıştır. İşin gerçeği bu ülkelerin aslında “az gelişmekte olan ülkeler” (underdeveloping countries) olmasıdır.
Bu tür ülkelerde son altmış yıldır süren krizler artık hem bu ülkelerin hem de krizlerinin ortak yönlerini bulmamıza yardımcı olabilir. İlk olarak bu ülkeleri tanımlayan üç temel parametreyi saymak gerekmektedir: hukuksuzluk, yolsuzluk ve aşırı dış borçlanma. Finansal alanda da bütçe üzerinde parlamento denetiminin olmaması ve yaygın vergi kaçakçılığını eklemek gerekir. Sosyo-ekonomik durum ise daha büyük bir trajediyi sergilemektedir. Bu ülke nüfuslarının çoğunluğu resmi üretim ilişkileri içinde yer almamaktadır. İlk iki parametre grubunun en önemli özelliği ise söz konusu ülkelerde Batı ülkelerindekine benzer kapitalist sistemlerin kurulamamasına neden olmalarıdır. Kapitalizm doğuşu ve varlığını hukuka, özellikle mülkiyet haklarının güvence altında olmasına borçludur. Hukukun olmadığı her ülkede sermayedarlar planlarını kısa vadeli ve fahiş kârlar üzerine inşa etmektedir. Yolsuzluklar da alınan dış borçların verimli projelerde kullanılmak yerine mutlu bir azınlığın lüks tüketimine harcanmasına neden olmaktadır. Böylelikle zamanında ödenemeyen dış borçların daha fazla borçlanarak ödenmesi gerekmekte ve bu yük de çığ gibi büyümektedir.
En acı tabloyu ise bu ülkelerde gerçekten çalışan beyaz yakalılar ve emekçiler arasında görebiliriz. Her iki sınıf da ekonomik krizlerin ilk ve en şiddetli vurduğu sınıflardır. Aynı gemide oldukları bahanesiyle ilk fedakârlık da bu sınıflardan beklenmektedir. Resmi üretim ilişkilerinin içinde olmayan ve eş deyişle kayıt dışı yaşayan büyük kitlenin durumu ise krizlerde farklılık göstermektedir. Bu kitle resmi üretim yapmadığı gibi resmi tüketim de yapmamaktadır. Yani bu kitle gerçek çalışanların aldığı ürünleri almamaktadır. Bunun yerine kendileri için üretilmiş merdiven altı tabir edilen ürünlerin müşterisidir bu grup. Krizlere ise bu malların üreticileri fiyatlarını yükseltmek yerine kalitelerini daha fazla düşürerek yanıt vermektedir. Bu nedenle müşterileri için durum ümitsiz olsa bile ciddi değildir. Gerçekten çalışan kesimler ise krizleri bire bir yaşamaktadır. Çalışanlar açısından durum ümitsiz fakat ciddidir. Burada bir de demokrasi paradoksu devreye girmektedir. Durumu ciddiye almayan kesimler çoğunlukta olduğu için siyasi yönetimi de onlar belirlemektedir! Bu nedenle eğitimsiz ve yoksulluk içinde yaşamayı yadırgamayan bu kitle yüzünden az gelişmiş ülkelerdeki siyaset de giderek bu insanların memnuniyeti üzerine kurulu hale gelmiştir. Durumu ciddiye alan azınlığın sesi de bu nedenle siyaset arenasında kısık kalmaktadır.