Tanınmış aktörlerden biri olan ve sinema sanatına karşı ilgi duyan Paul Wegener, Danimarka sinemasının estetik ölçülerinden ve Reinhardt’ın tiyatro eserlerinden etkilenerek 1913 yılında “Prag’lı Öğrenci” adlı filmi tasarlar. Yönetmenliğini Danimarkalı Stellan Rye’nin üstlendiği bu film o dönem tiyatro ve edebiyatta çok tutulan bir tema olan çift yada iki kişilikli olma fikrini geliştirerek Alman hayâli öykülerini ve bu öykülerdeki romantik kader atmosferini yeniden ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Şeytani doğaüstü güçlerin kararsız çaresiz insanlar üzerinde kullanılması 1920’lerin pek çok filminin konusunu oluşturmuştur. 1920 yılında Wegener, “Golem”i yönetir. Bu filmde Prag’daki Yahudi gettosu, binaları eğik duvarlarıyla mimari açıdan başarıyla gerçekleştirilmiştir. Paul Wegener, “Alders Kralının Kızı”, “Hamelin’in Kavalcısı”, “Gölgesini Kaybeden Adam” gibi daha başka bir düzine kadar romantik-fantastik tarzda film yapar. Ayrıca 1916 yılında Otto Rippert tarafından yapılan altı bölümlük “Homunculus” filmi de benzer temayı işleyen, dışavurucu eğilimde bir filmdir.
Wegener gibi Reinhardt’a bağlı çeşitli tiyatro gruplarından gelen ve sonraları sinemaya geçerek Alman sinemasının doğmasına katkıda bulunan aktörler, yapımcılar ve dekorcular büyük ölçüde Reinhardt’ın tiyatro anlayışından etkilendikleri için yaptıkları filmler de onun izlerini taşımaktadır. Alman sinemasının ilk sanatsal örneklerini oluşturan filmler, sinemada Ekspresyonizmle sonuçlanan akımı başlatmıştır. Bu akımın sinema sanatında tam anlamıyla ortaya çıkışı 1919’da çevrilen “ Dr.Caligari’nin Muayenehanesi” ile olur.
Robert Wiene, Dr.Caligari’nin Muayenehanesi’nden sonra Ekspresyonist tutumunu devam ettirdiği “Hakiki”(1920) ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sından uyarladığı “Raskolnikov” (1923), filmlerini yapmış ama Caligari’deki başarısına ulaşamamıştır. Garip bir izlenim veren başka bir filmde Amerikan kökenli yönetmen Arthur Robison’un Rudolf Schneider’in senaryosu ve Albin Gdau’ın dekorları, Fritz Arno Wagner’in çekimleri, Ruth Weyher, Frittz Kortner, Gustav von Wangenheim, Alexander Granach ve Fritz Rasp’ın oyunlarıyla gerçekleştirdiği “Gölgeler”(1922) filmidir. Gölgeler, sadizme ve kişiliklerin psikolojik deformasyonlarına kadar ulaşan bir kıskançlık öyküsüdür.
Alman Dışavurumculuğu
1900’lü yıllarda Fransa, Rusya, İsveç, Norveç, Çekoslovakya ve Polonya ile tek tük İngiltere ve Amerika’da görülen bu akım gerçek anlamda kendini tüm sanatlardaki gelişmesiyle Almanya’da göstermiştir. Normal olanın dışına taşan, insanın bilinçaltındakileri dışarı taşıması, yansıtması olarak söyleyebileceğimiz bu akım dilimizde ifadecilik, anlatımcılık, kendilikçilik, ruhsal yaşantının içerikleriyle, tinsel içerikleri dile getiren çağdaş sanat akımı olarak karşılık bulur. Öncelikle resimde görülmüş, daha sonra heykel, mimari, edebiyat, tiyatro ve müziğe yansımıştır. “Duygusal tepkileri yansıtmak amacıyla çizgi ve rengin doğadan bağımsız kılınarak oldukça özgür bir biçimde kullanımıyla, kalın boya hamuru yoğun renk, karşıt değerler ve biçim bozma resimde kullanılan Ekspresyonist üsluptur”. Diğer adıyla “Ekspresyonizm” olarak da bilinen Dışavurumculuğun resimdeki temsilcisi Picasso’dur.
Dışavurumcu akım en çok Almanya’da talep görmüştür. Bunun temelinde de Germen ülkelerinin yaşadığı toplumsal bunalımlar ve baskı rejimlerinin etkisi vardır. Halk ve aydın kesim bastırılmış, sindirilmiş duygu ve düşüncelerini dışavurumcu (Ekspresyonist) bir tarzda sanata yansıtmışlardır. Bir başkaldırının meyvesidir dışavurumculuk. 1919–1939 yılları arasında Almanya’da Alman dışavurumcu akımının etkisi ile Dışavurumcu Alman sineması ortaya çıkmıştır. Dışavurumculukta gölgeli bir ışıklandırma, gerçeküstü bir dekor, yapay rol yapma ve gerçek olmayan bir dünyada gezinen kameranın aşırı üslubu dikkat çeker. Filmlerde kaba ve barbar görüntüler hâkimdir. Ölüm ve düşük yaşama ilişkin nesnelerle beraber, savaşın kızıştırdığı umutsuzluk ve erime bu dönemin konularıdır. Daha iyi bir dünya düşlenir. Bu düşle birlikte “Gerçekçilik” bir kenara bırakılmış, soyut ve metafizik olana yönenilmiştir. Görsel anlatım güçlüdür. Güncel hayat dikkate alınmamış ve “BEN” in derinliklerine inilmeye çalışılmıştır.
Bu dönemde fantastik dünyaya ışık tutan belli başlı filmler şunlardır:
Prag’lı Öğrenci (1913)-Yön:Stellan Rye
Golem (1914) -Yön: Henrik Galeen
Homunculus (1916) -Yön:Otto Rippert
Doktor Kaligari’nin Muayenehanesi (1919)
– Robert Wiena vs.
Bunlardan Robert Wiena tarafından yönetilmiş olan Doktor Caligari’nin Muayenehanesi, Dışavurumcu sinemanın başlangıcı kabul edilir. Psikolojik filmlerin ilk örneğidir. Psikolojik filmlerin ilk örneği olarak kabul edilen bu filmin senaryosu Karl Mayer ve Hans Janwitz tarafından yazılmıştır. Filmde Dr. Caligari adlı birinin “Cesare” adlı bir genci hipnotize edip ona cinayetler işletmesi anlatılır. Film “Öznelliğin” beyaz perdedeki yüzüdür. Görsel bir şöleni andıran filmde insanların öfke, şiddet, sevinç gibi duyguları dekorda yer alan simetrik şekillerle anlatılmaya çalışılmıştır. “Kısaca Ekspresyonist Sinema “BEN”in derinliklerine inmiş, görüneni görünür kılmış ve kompleksleri ve kötülükleri görüntülemiştir.” İnsan içine ayna tutmuştur.
Friedrich Murnau
1889’da doğan Murnau kadar hiç kimse Marjinal” sözcüğünü hak etmemiştir. 24 yaşında “Aşk Ölümden Soğuktur” (1969) isimli ilk uzun metrajlı filmini yaptıktan sonra Flaherty ile birlikte gerçekleştirdiği son filmi “Tabu”yu bitirdikten sonra 1931 yılındaki ölümüne kadar pek çok film çekmiştir. Bunlar arasında “Janus’un Kafası” 1920, “Vogelöd Şatosu” 1921, “Nosferatu” 1922, “Kavrulan Toprak” 1922, “Hayalet” 1922, “Sonuncu Adam” 1924, “Tartuffe” 1925, “Faust”1926, ABD’de çevirdiği “Şafak” 1927, “Dört Şeytan” 1928 ve “Tabu” 1931 sayılabilir. Üniversitede Felsefe Tarihi ve Edebiyat okuyarak geniş bir kültüre sahip olan Murnau, kısa sürede sinema dilinin değerini anladı. Lang ve Paul Leni gibi sinemada dışavurumcu deneyini vurguladıktan sonra sesli sinemanın ortaya çıkışıyla birçok büyük yönetmenin yöneldiği yeni gerçekçilik akımına ilerici bir geçiş yaptı.
F.Murnau sadece film yönetmeni değildi, aynı zamanda oyuncu, kameraman, besteci, tasarımcı, editör, yapımcı ve tiyatro yöneticisi idi. Dur-durak bilmez bir enerji ve disiplinle çalışırdı. Oyuncuları ile arasında ailevi bir bağ kurmayı ve uzun süre aynı oyuncularla çalışmayı severdi.
Fritz Lang (1890–1976)
Avusturyalı yönetmen, senaryo yazarı, film yapımcısıdır. Mimar bir babanın oğlu olarak Viyana’da dünyaya geldi. Viyana ‘da Mimarlık ve resim eğitimi alırken dünya turuna çıktı, ardından eğitimini Paris ve Münih sanat akademilerinde sürdürdü. Gönüllü olarak katıldığı I. Dünya savaşında yaralandıktan sonra döndüğü Viyana’da film senaryoları yazmaya başladı. Daha sonradan Alman UFA stüdyolarında çalışmaya başlayan Lang, Alman Ekspresyonist (Dışavurumcu ) sinemasının yükselişiyle kısa sürede bu akımın en önemli yönetmenlerinden biri konumuna geldi.
İki bölümlük “Dr.Mabuse” (1922) insanları hipnotize ederek suçlar işleyen bir cani olan Dr. Mebuse’un hikâyesini anlatan psikolojik gerilim filmidir. Film dışavurumcu sinemanın en önemli eserlerinden biri olurken yönetmenin toplumsal sorunlara olan kaygısını da gösteriyordu. Ardından Alman halk destanı Die Niebelungen (1924) ve bilim-kurgu türünün ilk örneklerinden sayılan Metropolis’i (1927) yönetti. Metropolis, gelecekteki bir şehirde insanların yaşamından kesitler sunuyordu. O dönem için rekor denilebilecek bir masrafla çekilen film, sinema dili açısından birçok yeni teknikler kullanarak büyük bir başarı kazandı. Filmin bu başarısı ve konusunun çekiciliği yükselişte olan Nazi hareketinin de ilgisini çekti. Dr. Mabuse’un ve Metropolis’in Nazilerin hayranlığını bu denli kazanması üzerine Nazi olmadığını açıklamak istercesine yönetmen, Dr. Mabuse’ın vasiyeti (1932) filmini çekti. Film Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels tarafından yasaklanmasına rağmen, Fritz Lang’a hayranlık duymaya devam eden Naziler ona Devlet Sinema Müdürlüğünü önerdiler. Ancak Lang, Fransa’ya kaçarak bu öneriyi reddetmiş oldu. Fakat karısı, Thea von Harbou ondan boşanarak Nazi Partisine katıldı. Dr. Mabuse’ın vasiyeti öncesi 1931 yılında çevirdiği “M”(Fritz Lang’s M ) ilk sesli film çalışmasıdır. Filmin başrolünde çocuk katili rolünde ünlü Alman oyuncu Peter Lorre’yi oynatmıştır. Kara Film türünün en iyi örneklerinden sayılan M, Nazilerin iktidara gelmesi öncesi Alman toplumunun sokakta yaşadığı gerginliği ustalıkla yansıtıyordu. Fransa’dan sonra Amerika’ya geçen Lang MGM stüdyolarında çalışmaya başladı. 1936 yılında çevirdiği Fury (Öfke), maden işçilerinin dünyasında geçmektedir.1937 yılında ise You Only Live Once (Günahsız Katiller) adlı filmi çevirdi, Western türünde de eserler veren yönetmenin Frank James’in Dönüşü (1940), Çöl Devreleri (1941) filmleri bu türe örnektir. 30 Senaryosunu Berthold Brecht’le birlikte yazdıkları “Cellatlar da Ölür” filmini 1942’de çevirmiştir. 1950’ler boyunca Hollywood’da çalışma zorlukları yaşayan Lang, Almanya’ya dönerek son Dr. Mebuse filmini 1960 yılında Almanya’da çekmiştir. Jean-Luc Godard’ın 1963 yapımlı “Nefret” adlı filminde kendisini oynadı.
Son yıllarını Amerika’da gözleri görmez bir şekilde geçiren Lang, 1976 yılında Hollywood’da öldü. F.Lang’ın önemli filmleri şunlardır:
Harakiri (Madame Butterfly) (1919)
Dr.Mabuse, der Spieler – Ein Bild der Zeit (1922)
Nibelungen: Siegfried, Die (1924)
Nibelungen: Kriemhilds Rache, Die (1924)
Metropolis (1927) M (Lanetli M) (1931)
Fury (Öfke) (1936)
Scarlet Street (1945)