23. Ütopyalar toplantısı, Karaburun’da 5-9 Temmuz tarihleri arasında yapılıyor. “Büyük Felaketler Küçük Çözümler” ana temalı bu seneki toplantıda, “Türkiye’nin diplomatik yalnızlığını tanışarak aşmak” başlıklı bir sunum yapacağım. Bu ayki yazımda da, bu konuya odaklanmaya karar verdim. Türkiye uzun süredir, dış politikada ciddi bir yalpalama sürecinde ve bu süreç Türkiye’yi neredeyse tüm dünyanın alaya aldığı, dışladığı, neredeyse kimsenin saygı duymadığı yalnız ve çirkin ülke haline getirdi. Tüm bunlar kuşkusuz, ne bu yazıya ve kısa bir konuşmaya sığacak nitelikte ne de basit yöntemlerle çözülebilecek sonuçlara neden oldu. Ancak, temamıza uygun olarak, basite odaklanarak, bir başlangıç noktası ileri sürmek niyetindeyim.
AKP iktidara geldikten sonra, dış politikayı hem Türkiye’yi hem de dünyayı ve bölgeyi tanımaz halde, yeniden kurgulamaya soyunmuştur. Bu tanımazlığın öncülleri Özal döneminde bol bol görülmüştü. Örneğin, Türk kimliği aracılığıyla, Orta Asya ve Kafkasya’da yeni bağımsız olan devletler üzerinden bu bölgeye hâkimiyet kurma çabası, sonuçsuz kalan ve kalmaya mahkûm olan bir girişimdi. Bu girişim, ABD’nin yol göstericiliğinde, ekonominin yeni dışa açılanan sermaye gruplarının çıkarları çerçevesinde kurgulanmıştı. Ancak bu kurgu, Sovyet tarihinin, eski Türk tarihinin, bölgenin demografik özelliklerinin, alt yapısının, maddi ihtiyaçlarının bilinmemesi gibi nedenlerle ölü doğan bir girişimdi. Ayrıca, 12 Eylül darbesini yeni atlatmış ve neoliberalizme esir olmuş bir Türkiye, bu ülkelere ne demokrasi modeli olabilirdi ne de başarılı bir kalkınma örneği. Dolayısıyla bu girişim, Türkiye’deki sermaye güdümlü siyasetçilerin maceracılıklarını, ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmesinin ötesine de geçememiştir.
Özal döneminin maceracı şark kurnazlıklarının çok daha ciddi ve yıkıcı sonuçları olan diğer bir örneği ise, Körfez savaşı sürecinde yaşanmıştır. Aslında Özal’ın değil, dönemin ABD büyükelçisinin söylediği ancak Özal iktidarının canı gönülden benimsediği “bir koyup üç alma” girişimi (odatv.com), Türkiye açısından ciddi bedelleri olan bir süreci başlatmıştır. Irak siyasetinin, Irak’taki demografik özelliklerin, bölgede çıkarları olan aktörlerin tanınmaması Türkiye’nin Kürt sorunun karmaşıklaşmasına, Irak, Suriye ve İran gibi bölgedeki devletlerle ilişkilerin gerginleşmesine, ABD’nin Türkiye’ye hepten yerleşmesine ve sanıldığının aksine ekonomik kayıplara neden olmuştur.
Yakın dönem Türkiye dış politikası, pek çok yanlış hesaplama, kendini bilmezlik ve muhatabını tanımama örneği ile doludur. Bu çerçevede Özal döneminin maceracılığının, küresel güçlere yamanma çabasının devam ettiği ancak özellikle AKP iktidarının ilk dönemlerde konjonktürün bu girişimlerin gerçekleşebilecekmiş izlenimi vermeye daha uygun olduğu bir dönem olduğu söylenebilir. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgenin hâkimi olduğu, olacağı gibi iddialar, iktidar tarafından iç hegemonya kurma sürecinde manipüle de edilmiştir. Ancak bu manipülasyona dış politika yapıcıların da inanması ya da inanıyormuş gibi adım atması herhalde Türkiye dış politikasının en istikrarsız döneminin yaşanmasını da beraberinde getirmiştir.
Hele ki Ortadoğu’da, Balkanlar’da Osmanlı geçmişine dayanarak, politika gütmeye çalışmak, gerçeklerden oldukça kopuk bir çabadır. Balkanlar’ı biraz gezenler, Balkanlar hakkında bir iki şey okuyanlar bilir ki, Balkan halkları, az sayıdaki Müslüman dışında, Osmanlı’dan nefret eder. Yugoslavya’nın çözülmesi sırasında ve sonrasında bölgenin az sayıdaki Müslüman halkını kışkırtmak, bu halkları kırdırmanın ya da daha büyük baskılarla karşı karşıya kalmalarına neden olmanın dışında bölgenin önemli devletlerinin de düşman edinilmesini beraberinde getirmiştir. Bu tarih daha capcanlıyken, Balkanların hamiliğine soyunmak, en iyi tabirle anlamsızdır. Ortadoğu’da da durum hiç farklı değildir. Ortadoğu halklarının, asırlık iktidarı boyunca Ortadoğu’ya çivi çakmamış Osmanlı geçmişini özlemle andıklarını sanmak bir tür sanrıdır. Ortadoğu’daki istikrarsızlık, Osmanlı mirasından ne kadar kopuk değerlendirilebilir? Ortadoğu’nun en istikrarlı, en müreffeh, en uygar devleti, her şeye rağmen, Osmanlı mirasını reddeden, bağımsızlığını Osmanlı’ya ve emperyalizme karşı kazanan Türkiye olmuştur. Verili koşullar ve tarih göstermektedir ki, Osmanlı mirasının sahiplenilerek bölgede hâkimiyet kurma çabası oksimorondur.
Türkiye’nin bölgenin en önemli devleti olduğu iddiasının da ötesine geçilerek, AKP iktidara geldiğinden bugüne, belirli zamanlarda Türkiye’nin küresel bir güç olduğu değilse bile pek yakında olacağı da iddia edilmiştir. Bu kendini bilmezlik, sonraları “değerli yalnızlık” olarak yorumlanacak dışlanmayı da beraberinde getirmiştir. Dış politikada komşularla sıfır sorundan, dünyada sıfır dost noktasına gelinmesi hiç kuşkusuz kendini ve dünyayı bilmezliğin sonucudur. Bu söylem yalnız bizi değil, yedi düveli güldürür.
Arap ayaklanmaları süreci ise, Türkiye’de dış politika yapıcıların abartılmış güç algısının çöküşünü hızlandırmış. Türkiye’nin kurgulamaya çalıştığı senaryonun ne kadar fantastik olduğunu gözler önüne sermiş ve Türkiye, geçtiğimiz yıllarda uyguladığı tedbirsiz politikaları can havliyle iyice geri dönülmez noktalara taşımıştır. Örneğin, Recep Tayyip Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten sonra NATO’yla tıpış tıpış Libya’ya girilmesi, hepimizin aklındadır. NATO’yu biraz tanıyan birisi, NATO’nun tüm işinin, hatta varlık nedeninin, Libya gibi ülkelere müdahale etmek olduğunu, Türkiye’nin de NATO bir yere giriyorsa ona yoldaşlık etmeden duramadığını bilir. Türkiye, bölgede laikliğin kırıntısına dahi katlanamayan, tüm mücadelesi laik eğilimleri baltalamak üzerine kurulu Müslüman Kardeşler’e “laiklikten korkmayın” önerisinde bulunmuş bir devlettir. Erdoğan’ın “İnşallah biz, en kısa zamanda Şam’a gidecek, Selahattin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi camiinde namazımızı da kılacağız.” demesinin üzerinden yaklaşık beş yıl geçti. O günden bugüne, köprülerin altından çok sular aktı. TSK’yı saymazsak Türkiye’den hiçbir “yetkili” Suriye’ye gidemedi. Kimse Emevi camiinde namaz da kılamadı. Bu sözler edilirken, muhtemelen Suriye devletini yıkmanın, Libya’yı yıkmak kadar “kolay” olmayacağını, Suriye’de çok farklı aktörlerin çıkarlarının olduğunu, İran ve Rusya gibi devletlere karşı çıkarak bu bölgede bir şeyler yapmaya kalkmanın bedellerinin olacağı bilinmiyordu. Türk dış politikasının yakın dönemine damgasını vuran “tanışma” sorunu, Ortadoğu ve Balkanlar’ın da ötesine geçmiştir. Son olarak, Hollanda ile yaşanan krizde, Naziler tarafından işgal edilen Hollanda’ya Nazi benzetmesi yapılması, önemli bir gaf olarak tarihe geçti.
Modern diplomasinin kuruluşu, devletlerin birbirini tanıma çabaları ve muhataplarını daha iyi tanıyarak amaca daha uygun stratejiler geliştirme hedefi ile yakından ilgilidir. Modern diplomasinin kuruluşundan günümüze kadar geçen yüzyıllar boyunca, gelişen teknolojik olanakların da etkisiyle, “tanışıklık”, iyi bir dış politikanın daha da vazgeçilmez bir şartı haline gelmiştir. Dahası, artık tanışıklık, devletlerin, iktidarların, hükümetlerin birbirini tanımasını aşmış; toplumların, uygarlıkların birbirini tanımasını, iktidarları yönlendirebilmesini içerir hale gelmiştir. Toplumlar, dış politikanın üretiminde de, meşrulaştırılmasında o kadar etkin roller üstlenebilmektedir ki, etki altında tutulabilmeleri için, AKP hükümetinin de özellikle ilk dönemlerinde dilinden düşürmediği “kamu diplomasisi”, diplomasinin özel bir parçası olarak güçlendirilmiştir.
Öte yandan günümüzde dış politikada “çıkar” kavramını, modern diplomasinin kurulduğu dönemdeki kadar bile net ele almak olanaklı değildir. Nitekim artık yalnız devletlerin değil, terör örgütlerinin bile, gayri meşru olsa dahi, bir dış politikası vardır. Ayrıca, çıkar denildiğinde, geleneksel anlamda “ulusun çıkar”, “belirli bir topluluğun çıkarı”, “egemen sınıfların çıkarı” ve “siyasal iktidarın çıkarı” iç içe geçtiği için tanışık olunması gereken aktör sayısı da artmaktadır. Dolayısıyla, “partiler üstü”, “sınıflar üstü” “siyasal iktidarlar üstü” bir dış politikadan bahsedebilmek giderek olanaksızlaşmaktadır. Buna ek olarak, konjonktür, iç ve siyasal ortamlar o kadar çabuk değişmektedir ki, zamandan ve mekandan bağımsız dış politika sürdürebilmek de olanaksızdır. Bu durumda, eğer genel bir ulusal çıkar ve devlet bekası güdülecekse (bu ne kadar olanaklı ya da anlamlıysa), dış politikanın başarısını sağlayacak en önemli dayanak noktalarının başında “ilkeler” gelmektedir denilebilir.
Dış politikayı başarıya götürecek, en az ilkeler kadar önemli olan diğer bir öğe ise, dış politika yapıcıların, yönettikleri toplumun yapısını, devletin tarihini, sahip olduğu araçları, geliştirebileceği araçları iyi bilmesidir. Dolayısıyla tanışmanın diğer önemli boyutu öz farkındalık, kendini tanımadır. Öz farkındalık, devletin manevra alanının sınırlarını belirler. Dolayısıyla öz farkındalık zayıfsa, dış politika yüksekten uçan, yere çakılan uygulamalarla yönetilir hale gelir.
Türkiye’nin dış politikasındaki başarısızlığını ve yalnızlığını iktidarın niyetini ve Türkiye’nin konumlandığı coğrafyanın zorluklarını hesaba katmadan şu temellere oturtmak olanaklıdır. İlkin, dünyadaki genel eğilim çerçevesinde dış politikanın öznesi ve nesnesi olan aktörlerin artmış, dış politikanın zamandan ve mekândan bağımsız sürdürülmesi olanaksızlaşmış ancak dış politika yapıcılar bu genel eğilimi iyi yorumlayamamış, ona ayak uyduramamıştır. İkinci olarak, geçmişten edinilen birikimle, doğru ya da yanlış olarak belirlenmiş ilkeler aşınmış ya da bilinçli olarak aşındırılmış; yerine konmaya çalışılan sözde ilkeler, olgulardan kopuk olarak kurgulanmıştır. Dolayısıyla, gerçeklikle, dış politika arasında, bir uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Bu uyumsuzluk içerisindeki temel ilke yalnızca siyasal iktidarın, iktidarda kalmasına eşitlenince, dış politikada yalpalama kaçınılmaz hale gelmiştir. Üçüncü olarak, dış politikanın muhataplarına karşı olgulardan kopuk kurgulanmasına ek olarak, dış politika yapıcıların öz farkındalığı ve kendi ile tanışıklığının da zayıf olması, dış politikayı başarısızlığa mahkûm etmiştir. Özetle Türkiye’deki dış politik yalpalama da, böyle bir yapının sonucu olarak görülebilir. Özellikle son on beş yıldır, kırmızı ilkeler defalarca aşınmış, tartışmaya açılmış, dış politikayı en iyi özetleyecek sözcük “istikrarsızlık” haline gelmiştir.
Yukarıda da belirttiğim gibi, dış politikanın başarısı, ilkelerin mevcudiyeti kadar, kendini ve muhatabını tanımaya bağlıdır. Bu türden başarılı bir dış politikanın Türkiye’deki en önemli örneğinin Atatürk dönemi dış politika olduğu kuşkusuzdur. Temel ilkenin, bağımsızlık ve “yurtta barış ve dünyada barış” olduğu bu dönemde, bağımsızlığını yedi düvele karşı yaptığı savaşla kazanan genç Türkiye, kısa sürede uygar devletlerin saygı duyduğu, madun devletlerin örnek aldığı bir devlet olmuştu. Bunda kuşkusuz, dönemin ve verili koşulların başarıyla çözümlenmesi, düşmanın yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının farkında olunması, kendi üstünlüklerinin ve zayıflıklarının bilinciyle, ayakları yere basan bir özgüvenle dünyaya bakmanın payı büyüktü.
Uzun lafın kısası, dış politikada kırılıp dökülenlerin tamir edilmesi uzun zaman alacak. Ancak, biz dış ilişkileri 15-20 yıl öncesine değil, çok daha ileri taşımalıyız. Bunu yaparken, tıpkı geçmişte Atatürk döneminde olduğu gibi, zamanın ruhunu anlamalı, gücümüzü bilmeli ve karşımızdakilerle yanımızdakileri iyi tanımalıyız. Buna temelden başlamak, örneğin İranlıların Arapça konuşmadığını, Suriye devletinin ve halkının çoğunun Şii olmadığını, Hollanda’nın turuncu sembolünün portakaldan gelmediğini, her çekik gözlünün Çinli olmadığını ve daha nicesini öğrenmekle başlamak gerekecek.