TBMM Meclis Başkanı zatın, yeni anayasada laiklik olmaması gerektiği yönündeki ‘şahsi’ fikirlerini açık etmesinin ardından, laiklik konusu Türkiye gündemine, yepyeni bir şeymişçesine bomba gibi düştü. Laiklik konusunun, Türkiye gündeminde neredeyse 100 yıllık bir tartışma olduğu çoktan unutulmuş gibi… Yakın zamana yönelik bu unutkanlık, Türkiye’nin on, on iki yıllık yakın siyasal tarihinin bir kesitini yansıtması açısından oldukça önemli. Laikliğe ilişkin bu ölümcül unutkanlığa odaklanmadan önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa tarihine göz atıp, laiklik mücadelesinde nereden nereye gelindiğini hatırlamakta yarar var.
Herkesin bildiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu, modern-öncesi bir siyasal yapıydı ve bu yapıda, dinden kopuk bir yönetim anlayışı olması beklenemezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, İmparatorluk sınırları içerisinde çeşitli milliyetçiliklerin serpilmesi ve Fransız Devrimi’nin yankılarının Osmanlı’da da duyulmasıyla, modern bir çağda, modern öncesi bir yapıyı, bütün o modern öncesi düzenekleriyle sürdürmek konusunda, sistemin kendi içerisinde bazı gerilimler ortaya çıktı.
Bu gerilimlerden, görece geç berraklaşmaya başlayan ve Türkiye’nin bugününe kadar uzananlarından bir tanesi kuşkusuz ki, dinsel kuralların, yönetim anlayışının neresinde konumlanacağı ile ilişkili idi. Bu konudaki diğer bir gerilim, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkinin niteliğine ilişkindi. Başka bir ifadeyle, yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkinin bir yurttaşlık ilişkisi mi bir müritlik ilişkisi mi olacağına dairdi. Anadolu’da meskûn halklardan Müslüman olanların, dinlerine bağlı oldukları, Padişah’ı ve aynı kişide somutlaşan Halifeliği çok önemsedikleri tartışmasızdı. Ancak, Halife olan Padişah’ın, Osmanlı topraklarının gevurlar tarafından işgaline sessiz kalması hatta bu işgale yardımcı olması, Ulusal Kurtuluş savaşı süresince, halkın (eski tebaanın) fiili olarak insiyatif almaya başlaması (yani süreç içerisinde dönüşmeye başlaması), yeni bir devlet kurma idealindeki önder kadronun, kurulacak yeni devletin laik nitelikte olması yönündeki çabalarını kolaylaştırdı. Ancak, elbette bu önder kadro içerisinde de laiklik konusunda uzlaşı bulunmuyordu. Hatta uzun süre, önder kadro arasında laiklik, açıktan tartışılan bir konu olmadı. Sonuçta, öncelik vatanın kurtarılmasıydı. Önder kadro içerisindeki güç mücadelesinin akıbeti, devletin yönetim esaslarını belirleyecek ilkelerin akıbetini de belirledi.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”
“Egemenlik, yetkiyi Tanrı’dan aldığını iddia eden bir zatın ellerinde toplanamaz” demekle aynı şeydi. Bunu söyledikten sonra, laikliğin ilk adımı atılmış oluyordu. Sonra, Saltanat kaldırıldı (1 Kasım 1922). Bununla birlikte, yalnızca 600 yıllık hantal bir imparatorluk tarihe karışmış olmuyordu. Aynı zamanda, halifelik, artık kaçak bir Padişah’ın, üzerine bir bardak su içmesi gereken bir ünvandı. 3 Mart 1924’te Halifelik denilen ve modern dünyada herhangi bir işlevi olması beklenmeyen bu arkaik kurum tarihe karıştı. Şeyh Sait gibi gerici ayaklanmaların önünü almak açısından hayati önemde olan bir uygulama ile laikliğe giden yol taçlandırıldı: Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kararname 2 Eylül 1925’te kabul edildi. Tüm bunlar olurken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasasında, devletin dini hala İslam’dı. 1928 yılında, 1924 anayasasında yapılan değişiklikle “devletin dini İslam’dır” ifadesi kaldırıldı. Ancak, laiklik ilkesinin anayasaya girmesi, meşhur 6 okun anayasaya dâhil edildiği 1937 değişikliklerine kadar bekledi.
Laiklik, neden uzun yıllar açıktan tartışılmadı? Laikliğin, açıktan anayasaya girmesi için neden bu kadar süre beklenildi? Laikliğe ve laik herhangi bir uygulamaya karşı gerici ayaklanmalar ya da itirazlar neden (bugünkü gibi) dün de mevcuttu? Bu ve benzeri pek çok sorunun yanıtı, laiklikte değil, dinin içerisinde bulunuyor aslında. Çünkü İslam’ın da dâhil olduğu İbrahimi dinlerde korkutulan cehennem ve müjdelenen cennet çok güçlü imgelere sahip. Çünkü İbrahimi dinler, bin yılı aşan, köklü geleneklerle besleniyor. Çünkü İbrahimi dinlerde, sorgulamadan kabul etmek gerekiyor. Çünkü özellikle cahil (illa ki eğitimsiz değil) insanların sorgulamadan bir şeyleri kabul edebilir olması, o insanları kendi amaçları uğruna kullanmak isteyenlerin işine geliyor. Çünkü bir güruhu kontrol etmek, bilinçli bir grubu kontrol etmekten her zaman daha kolay. Bu ve benzeri yanıtları çoğaltmak olanaklı.
Türkiye, 1930’larda laikleşmek konusunda özellikle kentlerde çok hızlı yol kat etti. Kırsaldaki hız ise çok daha yavaştı. Kırda, dinselliği besleyen feodal yapıyı kırmak, yeni yapılandırılan kentlerde yeni bir toplumsal yapı yerleştirmeye çalışmaktan çok daha zordu. Kaynaklar yeterli değildi. Bazı tavizler de verildi. Ancak, her şeye rağmen, kentte de belki kırdaki kadar laikliğe karşı olan ya da laikliği benimsemeyen kitleler varlığını sürdürdü. Sonuçta, yasaların çıkarılması, çok uzun sürelerde oluşan geleneklerin ve inançların kısa sürede değiştirilebilmesi için yeterli olmuyordu. Ancak aslında, gereken tek şey kararlılıktı ve ne yazık ki, siyasal aktörler değiştikçe bu kararlılık yerini, sulandırmaya bıraktı. Halkın değerleri denilen şeyler, ilk bakışta zararsız görünen şeyler, ufak ufak uygulandı. İmam Hatip liseleri açıldı, Ezan Arapça okunmaya başlandı ve daha niceleri. Ufak ufak daha nice şey, bizi bu güne getirdi.
Şimdi uzak geçmişten, daha yakın geçmişe bir odaklanmaya çalışalım. Sizlere bazı şeyler hatırlatmaya çalışacağım.
Refah Yol hükümetinin, Milli Görüşçü ortağı tarikat şeyhleriyle iftar yemeği yiyordu. Stadyumlarda, “Kanlı mı olacak kansız mı?” diye soruluyordu. Aczimendiler kendilerini şişliyordu, dağlıyordu. Gün geçmiyordu ki üniversite kampüsleri önünde türbana özgürlük eylemleri yapılmasın. O zamanlar, Türkiye’nin azımsanmayacak bir kesimi bunları dehşet içerisinde izliyordu. Hatırlıyor musunuz? Oralarda bulunmayanlarsa, sessiz kalmakla yetiniyordu.
Sincan’da düzenlenen Kudüs gecesi, bardağı taşıran son damla oldu. 28 Şubat süreci, İslamcılar’ın bir kısmını bertaraf etti. Bir kısmını! Ama geçmişte olduğu gibi, yine tavizler verildiği için daha farklı bir veçhe ile çıktı İslamcılar karşımıza bu sefer. Daha “sevimli” daha “demokrat”. Gerçi Türkiye’de “yeter artık söz milletin” demenin, gereği değil miydi zaten “halkın değerlerini meclise taşıma iddiasıyla” halkı orta çağ karanlığına ve cehalete hapsetmek. Öyleydi. Bu sefer, insan hakları, ağızlara pelesenk oldu. Avrupa Birliği, ABD gibi mikroplar burunlarını bir defa daha soktular. Ama bu seferki talepleri İslam’ın ılımlı türüydü. Ilıman sular kaynayalı çok oldu. Ama zebaninin kazanına birer odun atanlar, kraldan çok kralcı olanlardı.
Önce, 28 Şubat süreci eleştirildi. Halkın değerleri, seçkinci asker bürokrat gruplar tarafından ayaklar altına alınmıştı. Halkın değerleri ötekileştiriliyordu. Merkezin, çevre üzerindeki tahakkümünün bitmesi gerekiyordu. Asker burnunu siyasete sokmamalıydı. Hem Avrupa Birliği de öyle buyuruyordu. Bu seçkinci asker bürokrat kesim, kafasını milletin saçına başına türbanına takıyordu. Halk düşmanıydı bunlar. Hem eğitim hakkı engellenemezdi. Her konuda önemliydi ama bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ne dediği önemli değildi. Bu yarım yamalak sosyolog ağızları, 7/24 yalan yanlış televizyonlardan empoze edildi. Türkiye laikmiş laik kalacakmış. Ne arkaik slogandı.
Türkiye’yi 28 Şubat’ın postalından kim kurtarırsa kurtarsın ona destek verilmeliydi. İşte bir demokrat yiğit çıktı. Vaatleri büyüktü muhafazakâr demokratın. ABD, Türkiye’nin cahilleri, çıkarcıları ve onların idealizmden gözü dönmüş, henüz Homeros’un tepesinden inememiş, bu dünyaya ayakları basmayan, karanlık aydınları hep birlikte iktidara taşıdılar. Türkiye’yi kurtaracaktı muhafazakâr demokrat. Askerleri, aydınlanmacıları, Avrasyacıları, gazetecileri, hoşlarına gitmeyen kim varsa onları hapse tıkmakla başladılar. Çok kişi alkışladı. Ah, darbecileri alkışlayan darbe yalakalarından ne farkları vardı. Seçkinci asker-bürokrat etkisizleştirilmişti.
İşe koyuldular, yargı dönüştürüldü, ordu dönüştürüldü, toplumun dönüştürülmesi en kolayıydı. Allah, Muhammed’le başlayınca cümleye, kulaklar sonrasına sağır oluyordu sonuçta. Halkın değerleri iktidardaydı artık. Çok şükür. Halkın meşhur değerleriyle birlikte, hırsızlık, yolsuzluk, kadın cinayetleri, kadın çoluk çocuk hayvan demeden tecavüz, tecavüzcülerin korunması da iktidardaydı. Her ileri demokrasinin bedeli vardır sonuçta.
İktidar partisinin laikliğe karşı bir odak olduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla sabitti. Hatırlıyor musunuz? O zaman sustunuz.
Cumhuriyet mitinglerine, bıyık altından güldünüz. Öyle değil mi?
İktidar partisinin, türbanın üniversitelere, kamu kuruluşlarına girmesine izin vermesine alkış tuttunuz. Hatırlıyor musunuz? O zaman mutluydunuz.
Bütün liseler İmam Hatip yapıldı. İçiniz bir garip oldu. Hatırlıyor musunuz? Ama adın sanın ne önemi vardı. Olsundu.
İlmek ilmek örüldü bu günler. Hatırlıyor musunuz?
Şimdi meşruluğu bin kez sarsılmış bir meclisin, açık sözlü başkanı iki çift lafın belini kırdı diye ne oldu? Herkese bir haller oldu.
Dün avuç avuç insan sokaklara döküldü.
Recep Tayyip Erdoğan, devlet bütün dinlere eşit mesafede dedi.
Posta’nın bugünkü (27.04.2016) manşeti: “ Türkiye Laiktir Laik Kalacak”.
TUSİAD, cumhuriyet değerlerinin yılmaz bekçisi olduğunu açıkladı. (Tam inanacağım, bir gülme geliyor bana)
Biraz geç kalmadınız mı sizce? Geç kalmadık mı?