80’lerin kadın hareketi Türkiye’de feminist tarihin dönüm noktalarından biridir. O dönem özellikle kadına yönelik şiddete karşı kampanyaların yürütülmesi gündeme oturmuştur. Gazete manşetleri “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü”nü yazıyor, fotoğrafları her yerde yayınlanıyordu. 17 Mayıs 1987 günü meydanlara çıkmayı başaran kadınların bu eylemi, 12 Eylül darbesi sonrası yapılan ilk siyasal yürüyüştür.
Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası ardından kadınlar, hemcinslerini daha fazla dayanışmaya katmak için şiddet gören kadınların tanıklıklarına dayanan bir kitap yayınlamaya karar verdiler. Bu kitabın fonu ise Edirnekapı Kariye Müzesi’nde düzenlenen şenlik ile oluşturuldu. Kariye Şenliği aynı zamanda “dayanışma ağları” fikrini ortaya çıkarmış ve 1989 Ocak’ında hayata geçirilmiştir. Bu uygulamanın önemi ise şiddet mağduru kadınlar için planlanan sığınak projesine doğru atılan pratik bir adım olmasıdır.
1988 yılında sağlanan fon ile “Bağır Herkes Duysun” kitabı basılmıştır. Bu sayede “artık her şeyi herkese anlatmanın zamanı” olduğu bir kez daha kanıtlanmıştı. Ancak bir süre sonra dayanışma ağlarının da yetmeyeceği, bir sığınağın gerekli olduğu somut biçimde ortaya çıkmıştır. Eylül 1989’da Şişli Belediye Başkanı Fatma Girik’e sığınak için gerekli bina başvurusu yapılmış. Büyükşehir Belediyesine yönlendirilen kadınlara, önce sığınak yerine bir oda vermeye kalkışılmıştır. Bir süre sonra Şişli’de sığınak açılmış ancak bir sonraki belediye başkanı Gülay Atığ tarafından “kadınlara daha layık olanı açılacağı” gerekçesiyle kapatılarak, bir daha da açılmamıştır!
1990’lara geldiğimizde, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulmasıyla kadınlara psikolojik ve hukuki desteğin sağlanması için görünür bir platform oluşturulmuştur. Ancak özel alan ile kamusal alan ayrımını ortadan kaldırılmak için kadın hareketi hala mücadele etmektedir. Çünkü özel alanın politikası kamusal alanda sürdürülmedikçe çözüm uzaktır. Kadın geleneksel rolleri gereği eve hapsedilmeye devam edecektir. Özel alanın politikasını yapmak: bu alanda yaşanan şiddetin, sömürünün, ezilmenin, baskının görünür hale gelmesi, adının koyulması; kişisel-doğal-psikolojik özellikler sayılan durumların, “bizim adam sinirlidir, bizimki fevridir” gibi doğallaştırmaların, politik, kamusal konular olduğunu ortaya koymak demektir.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün yaklaşmasıyla bu ayki yazımda, geçmişe dönüp Türkiye’de kadın hareketinin önemli anlarına değinmemin nedeni içimizdeki umudu biraz olsun alevlendirmektir. Çünkü tek dileğimiz gece eve dönerken “kadın başımıza” yürüyorsak korkmadığımız, bindiğimiz dolmuş tarafından kaçırılmadığımız, tecavüze uğramadığımız, evde tek başımıza yaşıyorsak öldürülmediğimiz, mahalleli tarafından fuhuşla suçlanmadığımız, ayrılmak istiyorsak sokak ortasında vurulmadığımız günler yaşamaktır…