Dilerseniz önce Avrupa Birliği(AB’)nin ekonomi-politikası olan kapitalizm konusunda birkaç tespit yapalım:
– Kâr, kapitalizmde meşru bir toplumsal amaçtır. Bu nedenle, eşit bireylerden oluşabilecek bir toplum düzenini hedeflemez. Dolasıyla temel insan gereksinimlerine göre işleyen bir sistem değildir.
– Kapitalizm, hayatın gerçeği olarak eşitsizliği baştan varsayan, kimi zamanlar kutsayan, sürmesini bu eşitsizliğin devamına borçlu olan bir sistemdir.
– Kapitalizm, sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme ile toplumsal hayatın her alanına yayılacak bir tahakküm mekanizması ortaya çıkartır.
– Kapitalizm, sosyal darvinizm örtük yaklaşımı içinde doğada olduğu üzere, hayvanlar ve bitkiler dünyasında hayat mücadelesi varsa, insana da tıpkısını uygun gören bir sistemdir. Kapitalizm içinde yaşadığımız uluslararası sistemi bir tür «doğa” olarak kabul eder.
– Kapitalizmde, sınıflar arası ve uluslararası çıkar mücadelesinden yararlananlar, paraya ve silaha hükmedenlerdir. Ancak onlar da Dünya Paylaşım Savaşlarında olduğu üzere, kendi aralarında da mücadele eder, birbirlerinin pazarlarını ve kaynaklarını kapmaya, ele geçirmeye çabalarlar ve bu mücadelede milyonlarca insanın ölümü doğal karşılanır. Siz isterseniz, pazara av, kaynaklara mağara diyebilirsiniz.
– Bütün bu özellikleri ile kapitalizm, güncel durum (konjoktürel) bile olsa sisteme karşı tavır göstermek isteyen ülkelerin malî döngüsüne girip çıkarak ülkeleri batırabiliyor ya da son Yunanistan örneğinde olduğu üzere hükümetleri istediği kararları almaya zorlayabiliyor.
Üç Başlı Köpek’e Direnen Yunanistan
Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarında üç başlı köpek olarak, medya, yasalar, devletin şiddet araçları’nı tanımlıyor. Bu tanım bir bakıma Avrupa Birliğİ(AB)’de, uluslararası mali sermaye adına, Almanya önderliğinde, Yunanistan’la pazarlık eden IMF, AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası( Troika)’na da denk düşüyor. Görüldüğü üzere Syriza, şirketlerin temsilcileri olan Troika’ya beş ay direndi, ancak sonunda, Troika’nın dayattığı koşulları kabul etmek zorunda bırakıldı.
Sonuç olarak AB’nin gerçek amacını ortaya koymak zamanı çoktan geldi de geçti bile.AB; halkların değil,şirketlerin çıkar birliği’dir.
AB; Halkların Değil, Şirketlerin Çıkar Birliği’dir.
Ve bu nedenle antidemokratiktir. AB, aslında sömürgeci geçmişleri olan ve büyük ekonomilere sahip ülkelerin birlikteliğidir. Brüksel’de alınan kararlar, genelde güçlü Avrupalı devletlere ait tekelci şirketlerin çıkarları ve onlara pazar açma doğrultusunda şekillenmektedir. Genişleme, şirketlerin çıkarlarına göre yapılmaktadır. Biraz açıklama yapalım; AB Anayasası 2005 yılında, birçok AB ülkesinde özellikle çalışan kesimlerce reddedildi. Ancak bunun yerine Lizbon Anlaşması ikame edildi. Anılan anlaşmaya göre AB Dışişleri Bakanlığı kuruldu.
Anlaşmanın üç önemli boyutu var. Bunlardan birincisi; Ekonomi, kamu hizmetleri ve emek piyasasının hangi kurallara göre işleyeceği Bakanlar Kurulu tarafından belirleniyor. Bu politikalar özelleştirmeyi kapsıyor. İkincisi, anlaşma devletlerinin dışişlerinde bağımsız hareket etmelerini engelliyor. Bir başka deyişle, üye devletlerin dış politika, savunma ve güvenlik konularında yetkileri doğrudan AB Dışişleri Bakanlar Kurulu’na devrediliyor. Üçüncüsü ise, Bakanlar Kurulu’nda karar alma sürecinde oybirliği ilkesi bırakılıyor, çoğunluk ilkesi benimseniyor. Bu şu anlama geliyor, herhangi bir AB ülkesinin veto yetkisi ortadan kalkmış bulunuyor. Bir başka deyişle AB, Almanya ve Fransa gibi güçlü ekonomilerini istediği doğrultuda hareket etmektedir.
Özetle, AB politikalarının, çalışan kesimin ücretlerinin düşmesine ve haklarının geriletilmesine, zengin ve fakirler arasında uçurumun artmasına ve kimi ülkelerde işsizliğin daha da yükselmesine neden olduğu görülmüştür.
AB, Türkiye Açısından Ne Anlama Gelmiş Bulunuyor?
AB açısından Türkiye de bugün hiçbir yetkisi olmayan, ama yükümlülükler altına sokulmuş bir ülke durumundadır. AB’nin dışındadır ve hiçbir karar mekanizmasında yoktur. Buna karşılık Türkiye’nin AB dışı dünya ile ticari ilişkileri tamamen AB ipoteği altındadır. AB ile ilişkiler, iş çevrelerimizin ve sanayicilerimizin haksız rekabetle yüz yüze gelmelerine yol açmıştır. Haksız rekabet, AB dışı ülkelerle ilişkilerimizde ithalat ve ihracatta farklı gümrük uygulamaları sonucu ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, Türkiye’nin AB üyesi olmadığı halde 6 Mart 1995’de imzalanan Gümrük Birliği(GB) belgesi ile ticari olarak Birliğin tek yanlı denetimi aldığı sokulmasıdır. Bir başka deyişle Türkiye, AB ve AB dışındaki ülkelerle ticari ilişkilerinde, Brüksel’de belirlenen kararlara uymak zorunda kalmaktadır.
Ancak, bu durum Türkiye’nin yararına mı? Bir süre önce Ekonomiden Sorumlu Bir Bakanımız, AB’nin Serbest Ticaret Antlaşması(STA) ‘ndan yola çıkarak dış ödemeler dengesinde AB ile Türkiye’nin 200 milyar doların üstünde bir zarara uğratıldığını söylemedi mi? Hatta daha ileri giderek “AB, ikiyüzlü ve riyakar bir birliktir” demedi mi?
Görülen köy kılavuz istemiyor. AB, Türkiye’ye girmiş durumdadır. Sanayimiz, tarımımız, iç ve dış ticaretimiz, kısaca ekonomimiz Brüksel’de alınan, ancak oluşmasında hiçbir etkimiz olamayan kararlarla yönlendiriliyor.
Merak ediyorum. Acaba koalisyon görüşmelerinde AB, en azından GB ve de STA konusu gündeme alınır mı?