Liselere geçişte yapılan sınavlar son on yıl içinde dördüncü farklı uygulamasıyla karşımızda; ancak bu kez farklı bir durum var: Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) modeliyle öğrenciler liseye giriş için ayrı bir ulusal sınava alınmayacak. Bunun yerine yıl içinde kendi derslerinde girecekleri sınavlardan bazıları ülke genelinde ortak sınav olarak yapılacak ve bu sınavın sonucu da karne notuna dâhil edilecek. Başka deyişle, derslerin sınavlarından birini Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) yapacak. Sınavda soru sorulacak toplam altı ders olacağı için (Türkçe, Matematik, Fen ve Teknoloji, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Yabancı Dil) her dönem altı adet olmak üzere toplam on iki sınav ülke genelinde ortak sınav formatında uygulanacak. Liselere geçişte esas alınacak puan hesaplanırken 8. sınıf ağırlıklandırılmış merkezi sınav puanının %70’i ile öğrencinin 6., 7. ve 8. sınıf yıl sonu başarı puanlarının aritmetik ortalamasının %30’u toplanacak. Tüm bunların şimdilik geçerli olduğunu, bakanlığın verdiği ilk mesajlarda gelecek yıllarda bu uygulamanın alt sınıflara doğru kaydırılabileceğini vurguladığını da belirtelim.
Bir uygulamayı tüm boyutlarıyla tenkit etmenin doğru olmadığını, her kararın içinde çeşitli doğruların bulunabileceğini teslim etmek gerekir. Öncelikle, öğrencileri liseye geçiş için ayrı bir ulusal sınava hazırlanmak zorunda bırakmadığı için bunu olumlu buluyoruz. Sonuçta bir öğrenci her derste belli sayıda yazılı sınava girmek zorunda ve bu sınavlardan bir tanesinin ortaöğretime geçiş için kullanılması akla yatkın. Ayrıca sınava giremeyenler için ek bir sınavla telafi şansı verilecek olması da öğrencileri rahatlatacaktır. Ne var ki, vazgeçilen SBS modelinin noksanlarının tedavi edilip edilmeyeceği sorgulanmaya muhtaç. Bu nedenle yapılan değişikliği değerlendirirken karar alıcıların tanımlamalarına ve yeni modelin amaçlarında hangi vurguları yaptıklarına göz atmakta yarar var. Aşağıda TEOG sistemine ilişkin MEB’in sunumundan yaptığımız bazı alıntılara yer veriyoruz.
— MEB’e göre modelin temel niteliği, öğrenci başarısını anlık bir performansa dayalı olarak değil, geniş bir zaman dilimine yayarak belirlemektir. Bu, vazgeçilen SBS’ye göre bir üstünlük ise ondan da önceki -üç yıla yayılan- SBS’den neden tek sınavlı modele geçiş yapıldığını sorgulamak gerekmez mi? Tek sınavın geçerli olduğu bir modeli kurarken yıllara yayılan sınavların sınav kaygısını artırmasını gerekçe göstermek, bu kez sadece beş yıl önce olduğu gibi birden fazla sınav yaparken kaygıyı azaltmaktan söz etmek pedagojik midir? Bu «kaygılar” istenilen modellere geçişte kullanılan keyfi araçlar mıdır, bilmiyoruz; ancak fotoğrafa bakılan açıya göre azalması veya artması eğitim ciddiyetinden uzak gözükmektedir.
— Bakanlığın ifadesiyle «eğitimin doğasında var olan değişim ve gelişime paralel olarak ortaöğretime geçiş modelinin işlevsel, sürdürülebilir ve esnek bir nitelik göstermesi büyük önem taşımaktadır.” Bu süslü, gösterişli ve işe yaramayan dil kullanma huyumuzdan bir türlü vazgeçemiyoruz. Bu cümle çok sınavlı, tek sınavlı, sınavsız, vb. her model için kullanılabilir. Hangi sınav modeli «işlevsel olmayan” veya «sürdürülemeyen” olduğunu ileri sürerek yola çıkar ki? Dünyanın en iyi niyetli insanları da olsalar eğitimcilerin güzel şeyler temenni edip bunların yalnızca çok küçük bir kısmı için gerçekçi çözüm bulabilme özellikleri herhâlde değişmeyecek.
— Modelin amaçlarından biri «orta ve uzun vadede öğrencinin ders dışı sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif etkinliklerini değerlendirmek” olarak ifade ediliyor. Modelin tam olarak hangi yönünün buna hitap ettiğini defalarca düşünmemize rağmen bir ipucu bulamadık. Sayısı artırılan bir sınav uygulamasıyla sınavda yer almayan ders veya etkinliklerdeki faaliyet sayısının artmasındaki doğru orantı hangi neden-sonuç ilişkisiyle kurulmuştur; merak ediyoruz. Bunun yerine -defalarca dile getirdiğimiz üzere- bir öğrencinin gerek yıl içindeki okul günü sayısını, gerekse gün içinde okulda geçirdiği süreyi artırmayı ne zaman ciddi olarak düşüneceğiz? Çok kestirme olarak söylemek gerekirse, bir öğrenciyi iyi yetiştirmenin koşullarından birisi okulda geçirilen zamanın artırılmasıdır (bunun nitelikli bir zaman olması gerektiği konusunu ise -aşikâr olması itibarıyla- tartışmaya bile gerek görmüyoruz). Sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif etkinliklerin niteliği ve niceliği -türü ne olursa olsun- sınav modellerinin güncellemesiyle kolay kolay değişmeyecektir.
— Bakanlığa göre modelin amaçları arasında «öğrenci, öğretmen ve okul ilişkisini güçlendirmek, eğitim sürecinde öğretmenlerin ve okulun rolünü daha etkin kılmak, öğretmenin meslekî performansını artırmak, ülke çapında müfredatın eş zamanlı uygulanmasını sağlamak” yer almaktadır. Tamamına katılıyoruz; fakat sonuncunun nasıl sağlanacağını merak ediyoruz. Öğretmenlerin raporlu olduğu ve derslerin zaman zaman boş geçtiği, taşımalı eğitimin verimsiz işlediği veya kış döneminde elverişsiz hava koşulları nedeniyle kapalı kalan okullar var. Tam gün eğitim verilen okullarla saydığımız okullarda müfredatın eş zamanlı uygulanmasının sağlanması kolay gözükmemektedir.
— MEB tarafından yapılan sunumdaki bir diğer amaç, okul dışı eğitim kurumlarına yönelik ihtiyacı azaltmak olarak ifade edilmektedir. Doğrusu sınav modelinde yapılan tüm değişikliğin bunun etrafında kümelendiği kanaatindeyiz. Dershanelere duyulan ihtiyacın azalacağı iddiasının görülen bir dayanağı yoktur. SBS’nin üç yıla yayıldığı dönem gerekçelerden birisinin yine bu olduğunu bizzat üst düzey bakanlık görevlilerinden birisinden yine dinlediğimizi düşününce sınav modelinde yapılan her değişikliğin dönüp dolaşıp dershanelere geldiği görülüyor. Sınav sayısının artırılması suretiyle yıllara yayılmasında da, azaltılarak tek bir sınava indirilmesinde de amacın dershanelere duyulan ihtiyacı azaltmak olması ironiktir. Ancak daha önemlisi ve üzücü olan, eğitimde ortak bir anlayışın oluşturulamaması ve değişken görüşlerin belki de en çok Millî Eğitim bürokrasisi içinde görülmesidir. Bir dönem kredili sisteme geçiş yapıldığında ve kısa bir zaman sonra vazgeçildiğinde karar vericilerin hemen hemen aynı kişiler olmasına benzer şekilde burada da yalpalamalar görülmektedir.
Ana eksenimiz dershaneler olduğuna göre bu konuya biraz daha değinelim. Dershaneler, kendi yönetmeliklerinde «öğrencileri; bir üst okulun veya yüksek öğretime giriş sınavlarına hazırlamak, istedikleri derslerde yetiştirmek ve bilgi düzeylerini yükseltmek amacıyla faaliyet gösteren özel öğretim kurumları” olarak tanımlanmaktadır. Ortaöğretime ve yükseköğretime geçişte oluşan arz-talep dengesizliği Türkiye’yi arayışlara sevk etmiş, ülke genelinde yapılan ve pek çoklarınca sakıncaları dile getirilen sınavlar dışında bir yol bulunamamıştır. Eğitimin merkezi örgün eğitim veren okullar olduğu hâlde gerek buralardaki eğitim-öğretimin yeterli bulunmaması, gerek bölgeler ve okullar arasındaki ciddi standart farkları, gerekse rekabet avantajı elde etmek isteyen veya yarışta geride kalmak istemeyen öğrencilerin artan sayısı nedeniyle yaygın eğitimin bir parçası olan dershaneler sıkça kendinden söz ettirir hâle gelmiştir.
Pek çok yerde olduğu gibi bu sektörde de kurumlar arası rekabet son derece garip ve eğitimin ruhuyla bağdaşmayan uygulamalarla kendini göstermeye başlamıştır. Henüz ortaokuldaki öğrencilere başarı ödülü olarak otomobil vaat edilmesi, yönetmeliklerinde kesin surette yasaklanmasına rağmen öğrenci adları ve fotoğraflarının afişlerle şehirlerin en görünür yerlerine asılması, bunlara ait reklamların medyada yer alması, bu husustaki Millî Eğitim düzenlemelerinin ve Rekabet Kurumu kararlarının hiçe sayılması, hafta içinde okul saatlerinde dershanelerin yoğun kurs ve benzeri adlarla dersler koyması ve öğrencilerinin okulda kalmak yerine bu programlara devam etmelerinin istenmesi ve benzeri pek çok yanlışlık sayılabilir.
Eğitimle ilgili bu yanlış uygulamalara, kayıtlı olan ancak devlete olan yükümlülüklerinde son derece cimri davranan, Maliye denetimini bertaraf etmek üzere kayıt dışı açılan, hiçbir yasal evrağı ve faturası olmayan ve «merdiven altı dershaneler” olarak dillendirilen yerleri de eklemeliyiz. Bunlar arasında kayıt dışı olanlara ait verilere sahip değiliz; ancak devlette kaydı bulunan kurumlara ait bir örnek ilgi çekicidir. Yakın bir zamanda TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda milletvekillerinin sorularını yanıtlayan Maliye Bakanı Şimşek, kapatılması gündeme gelen dershanelerin 2012 yılında kurumlar vergisi olarak 16,5 milyon lira ödeme yaptığını belirtti. Sektörde yaklaşık dört bin dershanenin olduğundan hareketle dershane başına ortalama 4.125 lira kurumlar vergisi ödenmiş oluyor. Ülkemizdeki kurumlar vergisinin %20 olduğu düşünüldüğünde dershaneler ortalama olarak yılda 20.625, ayda yaklaşık 1.700 lira kazanç elde etmiş gözüküyorlar. Çalıştırdıkları bir öğretmenden daha az gelir elde eden bu kurumların -vergi beyanlarını ciddiye alıp- maddi durumları için mi, yoksa vergi toplama sistemimiz adına mı üzülmeliyiz; karar veremiyoruz. Tüm bunlarla birlikte hukuki ve mali sorumluluklarını yerine getiren, kendi gücü oranında öğrencilere katkı sağlamaya çalışan dershanelerin toplumdan gelen bir talebi karşılamaya çalıştıklarını da göz ardı etmemek gerekir.
Yakın bir tarihte Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın, 1 Ocak 2014´ten itibaren dershanelerin ruhsatlarının yenilenmeyeceğine ve artık yasal olarak da Millî Eğitim sistemi içerisinde yer almayacaklarına ilişkin görüşleri haberlerde yer aldı. Buna göre 2014 yılının Ocak ayından itibaren dershanelere ruhsat verilmeyecek ve bakanın ifadesiyle «daha esnetilmiş, standartları biraz daha aşağı çekilmiş koşullarda özel okula dönüşmeleri için teşvik edilecekler.” Bu dönüşüm için üç yıl süre tanınacak ve 2014-2015 öğretim yılından başlamak üzere MEB sistemi içinde dershaneler olmayacak. Bakan Avcı’nın «MEB’in onaylamadığı, ruhsat vermediği ve denetlemediği kurumlara itibar edilmez” ifadesine bakınca bu kurumlara karşı başlatılan sert müdahalenin boyutu daha iyi anlaşılıyor.
Sınavların etkisinin kısmen azaldığı ve okulların ön plana çıktığı bir eğitim modeline ulaşmak istendiğine ikna olsak da çeşitli soruların cevabını bulmakta zorlanıyoruz. MEB istatistiklerine göre 2011-2012 öğretim yılında 3.961 olan dershane sayısı 2012-2013’te 3.858 olarak gerçekleşti. İçinde bulunduğumuz öğretim yılında 220 dershane kapandı ve 8 Kasım 2013 tarihi itibarıyla bu sayı 3.638 oldu. Yapılan bir araştırmaya göre bu kurumların yalnızca %1,5’i özel okul standartlarına uygun. Bu durumda diğerleri ne olacak? Bu sorunun cevabı için bakanın «geçiş sürecinde esneklikler sağlanacak; farazi söylüyorum, 100 metre kare bahçe şartı varsa 3 yıl için 70’e de razı olacağız ama 3 yıl sonra o şartı sağlaması beklenecek” demeci ipucu verse de yaklaşım sağlıklı değil. Üç yıl sonra ne değişecek? Dahası, standartları yükseltmek yerine düşürerek âdeta ücretli resmî okullar oluşturmaya doğru gittiğimizi fark ediyor muyuz?
Bir diğer sorun, özel okulların yaklaşık %50 kontenjan doluluğu ile yaşamlarını sürdürmeleri. Dershane yöneticilerinin de dile getirdiği üzere, hâlihazırda yarısı boş olan bir sektöre -bir diğer sektörü ortadan kaldırma adına- yeni kurumların katılmasının mantığı nedir? Son olarak, dershaneleri yok hükmünde gördüğümüzde gerçekten yok olmuş mu olacaklar? Kaldı ki Millî Eğitim sistemi dışına çıkarıldıklarında ve MEB bu kurumları veya yerlerine kurulan -örneğin, karşı çıkılmayacağı bildirilen- etüt merkezlerini denetlemediğinde kontrol dışı bir eğitim faaliyeti başlamış olmayacak mı? Sözgelimi, buralarda görev yapan kişilerin öğretmen olma ehliyetleri olup olmadığını kim denetleyecek? Hiç kimse denetlemeyecek ise bu içimize sinecek mi? Bu fotoğrafa bakınca II. Meşrutiyet’in meşhur Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin şaka yollu söylediği «mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” sözü akla geliyor. Var olandan kaçmak sorunu görünmez hâle getirmediği gibi gelecekte başka potansiyel sorunlara da yol açıyor.
TEOG uyarınca yapılacak ortak sınavlarda yanlışlar doğruları götürmeyecek. Ölçme-değerlendirmenin temel mantığına uymayan bu uygulama «ulusal sınavlar derslerin bir sınavı yerine de geçecek; öğretmenlerin yaptığı sınavlarda ise yanlışlar doğruları azaltmıyor” şeklinde savunuluyor. Okullardaki testlerde yanlışların doğruları götürmediğine ilişkin bakanlık görüşü konunun eksik değerlendirildiğini göstermektedir. TEOG ile öğrenciler bir ulusal sıralamaya tabi tutulacak ve bir üst öğretim kurumuna -liseye- yerleşeceklerdir. Okullarda ise hiçbir öğretmenin öğrencileri sıralamak gibi bir çabası yoktur. Kaldı ki, bakanlığın bu konudaki görüşleri de çelişkili. Bir taraftan bu uygulama savunulurken diğer yandan Talim Terbiye Kurulu Başkanı zor soruların da sorulmasının gerekliliğine ilişkin açıklamasında «sınavlar, başarı değil yerleştirme sınavlarıdır” görüşünü iletiyor. Anlaşılan, her yapılan uygulamanın doğruluğunu ispat etme telaşı içinde verilen cevapların bir noktada birbiriyle ne kadar tezat oluşturduğunun bile farkında değiliz.
Yanlışların doğruları götürmeyecek olması uygulamasıyla binlerce öğrencinin doğru sayılarının aynı olacağı ortada olduğuna göre okul puanlarından toplam yerleştirme puanına gelecek olan %30’luk katkının önemi ve ister istemez öğretmenlerin üstündeki yüksek not verme baskısı daha da artacak. SBS ilk kez getirildiğinde Yöneltme ve Davranış Puanının bir ulusal değerlendirme sisteminde yanlış olduğuna ne kadar inanıyorsak -ki, daha sonra Danıştay tarafından iptal edilmişti- bunun yanlış olduğuna da o kadar inanıyoruz. Bakan Avcı’nın bir grup gazeteci ile yaptığı toplantıda bunun gözden geçirilebileceği konusundaki sözlerinden sonra bir güncellemeye gidileceği beklentisi oluşmuştu. Ne var ki herhangi bir değişiklik yapılmadı. Eğitime ilişkin deneme-yanılma alışkanlığımız sürüyor. Anlaşılan burada da deneme yapılacak ve bugün dillendirilen sakıncalar ortaya çıktıktan sonra durum yeniden gözden geçirilecek.
TEOG modeli duyurulduktan sonra üzerinden pek durulmayan, ancak kanaatimizce önemli iki nokta gözlerden kaçtı. Bir okulda yapılacak sınavda başka bir okulun öğretmenleri gözetmen olarak bulunacak; ki, öğretmenlerin okullar arasında yer değiştirmeleri kimi bölge ve yerleşim yerlerinde pek kolay da olmayacak. Rahatsız edici soru şudur: Kendimize ve çocuklarımızı yetiştiren öğretmenlere duyduğumuz güven neden bu kadar aşındı? Bakanlık, ülkenin gelecek kuşaklarını yetiştiren eğitimcilerin kendi öğrencilerine sınavlarda yardımcı olacaklarını veya sınavlarda yapılabilecek bazı usulsüzlüklere göz yumacaklarını düşünmüş olmalıdır. Zaman zaman toplumumuzun kurumsal güveninin her geçen gün azalmakta oluşuna ve sosyal sermayemizdeki eksilmenin iyi bir gelişme olmadığına dikkat çekiyoruz. İtiraf edelim ki eğitimin içindeki yetiştiricileri bile içine alan bu kuşku sarmalı bizi daha da karamsar yapıyor. Öğretmenlere bu kadar az güveniliyorsa onların vereceği notların liseye geçiş puanına %30 etki edecek olması nasıl değerlendiriliyor? Dahası, 1974 yılında başlayan üniversite sınavlarında 1982 yılından bu yana adayların diploma notları Ortaöğretim Başarı Puanı (OBP) adı altında belli ağırlıklarla sınav puanlarına katılıyor. Bir öğretmenin öğrencisi için takdir ettiği sınav puanları onun bir üst öğrenim kurumuna geçişini böylesine etkilerken biz kendi okulunda gözetmenlik yapmasını bile kuşkuyla karşılıyoruz. Ne yazık ki birbirimize ve kurumlarımıza güvenmeyi bir türlü öğrenemiyoruz.
Göz ardı edilen diğeri konu da sınav günlerinde okulların tatil edilecek olmasıdır. Türkiye’de okulların açık olduğu gün sayısı öteden beri tartışılıyor. Mevzuat gereği öğretim yılı 180 okul günü üzerinden planlanıyor; ancak uygulamada daima bunun altında bir sayı gerçekleşiyor. Örneğin, 2008-2009’da 172, 2009-2010’da 174, 2010-2011’de 176, 2011-2012’de 174, 2012-2013’te 176 ve 2013-2014’te 174 gün okulların açık olduğunu görüyoruz (Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını takip eden 24 Nisan tarihinde ilköğretim öğrencileri tatil yaparken liseliler okula geldikleri için onlar adına fazladan bir gün söz konusudur). Bayram tatilleri ve idari tatiller nedeniyle 180 güne ulaşılan bir okul yılını hemen hemen hiç hatırlamıyoruz. Diğer yandan Türkiye’deki okulların bir kısmında çift tedrisat yapıldığı ve öğrenciler günün yarısında okullu olabildikleri için okulda geçirilen zaman açısından çocuklarımız zaten doğal bir dezavantajla karşı karşıyadır. Buna, toplam dört gün olan ulusal ortak sınav günlerinde okulların tatil edilecek olması eklendiğinde 170 güne inen öğretim yılları göreceğiz.
İçinde bulunduğumuz öğretim yılı, TEOG sınav günlerinin de tatil olması dolayısıyla 170 güne inecek olan ilk öğretim yılıdır. İlk dönemdeki bayram tatillerini, idari tatili ve TEOG sınavları nedeniyle yapılacak iki günlük tatili bir kenara bırakarak sadece ikinci dönemi dikkate alacak olursak 23 ve 24 Nisan tarihlerinde Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, hemen ardından 28 ve 29 Nisan tarihlerinde Temel Eğitimden Ortaöğretim Geçiş sınavları, bunun ardından 1 Mayıs tarihinde Emek ve Dayanışma Günü, nihayet 19 ve 20 Mayıs tarihlerinde Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle okullar tatil olacak. Tatil söz konusu olunca heves miktarımız dizginlenemez hâle geliyor. Öyle ki, 23 Nisan ve 19 Mayıs bayramlarında o güne ek olarak takip eden gün de tatil yapıyoruz. Bu öğretim yılının son otuz sekiz iş gününün yedisinde okulları tatil edeceğiz; çünkü yukarıda sıraladığımız tüm tatil günleri okul günlerine denk geliyor. Doğrusu, okulları mümkün olduğunca açık tutmaktan yana olması gerekenlerin neden ilk fırsatta tam tersine meylettiğini anlamakta zorlanıyoruz. Bir okulda bir grup öğrenci sınava girerken diğerlerinin olağan günlük faaliyetlerini sürdürmesinin düşünülmemesini -sınava girenlerin dikkatinin dağılmaması adına da olsa- anlayışla karşılayamıyor, sınava katılan öğrencilerin yaklaşık yedi katı kadar olan sayıda bir başka grubun dört gün okulsuz bırakılmasını uygun görmüyoruz. Okul yöneticilerinin basit tedbirlerle öğrencilere hem ders yaptırabilecekleri, hem de sınava giren öğrenciler için sessiz ortamlar hazırlayabilecekleri kanaatindeyiz.
Hangi sınav modeli uygulanırsa uygulansın gözden kaçırılmaması gereken, çocuklarımızın ülke ortalamalarının ve standart sapmalarının şeffaf bir şekilde kamuoyu ile paylaşılmasıdır. Liselere giriş sınavlarında yıllardır bu bilgileri ve şehirlerin başarı durumlarını açıklayan bakanlığın son defa yapılan 2013 SBS’de tüm verileri kendisine saklaması eğitimi ve sonuçlarını takip edenleri hayrete düşürmüştür. Bu kapalılık bir yandan ülke ortalamalarının çok düşük olduğunu düşündürerek başarısızlıkların örtülmesi çabası olduğunu akla getirirken diğer yandan sınav sonrasında istatistiksel verilerin takip edilmesini de sekteye uğratmıştır. Başımızı ağrıtan sonuçları görmezden gelmek bir yöntemse, yaşadığımız zamanın yönetsel anlayışına yakışıyorsa ve saydamlık bu kadar önemsizse enflasyon veya işsizlik yükseldiğinde, bütçe açığı veya cari açık artışa geçtiğinde, büyüme oranlarımız veya ülkemize gelen turist sayısı azaldığında da istatistikleri yayınlamayalım.
Türkiye TEOG ile yeni bir döneme hazırlanıyor. Ayrı bir ulusal sınavın olmadığı, derslerde yapılan sınavlardan birinin ülke genelinde ortak yapılmasıyla başarının ölçümleneceği bir dönem. İyi niyetle hazırlanmış olsa da, içinde doğrular bulunsa da TEOG, sistemimizin temel sorunlarını -ortaöğretimdeki parçalı yapı, standardize edemediğimiz eğitim niteliği, sınav ihtiyacını ortaya çıkaran sebepler, okulların niteliği, öğretmenlerin donanımı, özellikle bu çağın olmazsa olmazı olan teknolojik okuryazarlığı- hedeflemiyor. Bir sınav uygulamasından bu kadarını beklemek zaten gerçekçi de değil. Bu modele zaman içinde müdahale edileceğini, belki tamamen gözden geçirileceğini düşünüyoruz. Anlaşılan o ki önden gidenler, sonradan gelenlere yer açıyor. TEOG sistemi, yakın bir gelecekte eğitim politikalarını şekillendirecek olan yeni kadrolara hatırı sayılır bir mesai yapmaları için şimdiden fırsatlar sunuyor. Yaklaşık 90 yılda 61 hükümet kurulduğunda, en uzun dönemli politikaların üretilmesi gereken millî eğitim bakanlığında -bazıları birden fazla dönemde çalışmış olmak kaydıyla- 63 bakan görevlendirildiğinde, aynı siyasi partinin bir bakanının uygulamasını bir veya iki sonraki bakan değiştirdiğinde ve tüm bunları yapanlar hâlâ siyasette kalabildiğinde farklı sonuçlar beklememek gerekiyor.