Yerel Seçimler öncesi, aday adayları kendilerini partilerinin genel başkanları ve genel merkezlerine kabul ettirmek amacıyla var güçleriyle çalışıyorlar. Çünkü tek belirleyici, genel seçimlerde olduğu gibi onlar olmuş. Acaba ortaya çıkan bu görünümün,12 Eylül Askeri Darbesi ile bir bağlantısı var mı? İsterseniz biraz irdeleyelim.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin 33. yılını tamamlamış bulunuyoruz. Darbeden ben de nasibimi almış, faşist ve muhbir kimi akademisyenlerin asılsız ihbarları ile görevime son verilmiş ve 5 yıl aradan sonra mahkeme kararıyla üniversiteme dönmüştüm.
Bilindiği üzere darbe için «iç çatışmalar” gerekçe olarak gösterilmişti. Gerçekten de 12 Eylül öncesi kan gövdeyi götürüyordu.
Ancak burada öncelikle sorulması gereken soru şu; «11 Eylül ile 13 Eylül arasında ne oldu ki 13 Eylül’de çatışmalar bıçak gibi kesildi?” Cevabını yıllar sonra bu konuda anılarını yazan bir general verdi, darbeyi yapan cundanın çatışmaları engelleyebileceğini, ancak istenmediğini açıkladı. Darbenin yapılmasının ardından CIA Ankara Bürosu Şefi Henze, Washington’daki Beyaz Saray’dan bir telefon almış ve «Paul, senin çocuklar başardı” denilmişti. Kenan Evren´in bu dönemde NATO içerisinde gizli bir örgütlenme olan stay-behind kontrgerilla ordusunun başında bulunduğu iddia edilmişti.
12 Eylül Askeri Darbesi ile Neler Oldu?
Çatışmalarla ilgisi olmayan, partiler, sendikalar, çeşitli kitle örgütleri hedefe alınarak çoğu kapatıldı.
Yüzbinler işkenceden geçirildi, hapishaneler doldu, binlerce yurtsever kamu görevlisi ve akademisyen 1402 Yasası ile görevinden alındı.
Üniversite yasası değiştirilerek, tepeden inmeci, askeri düzen içinde örgütlenmeyi sağlayan Yüksek Öğrenim Yasası getirildi, bilimsel kuşkuculuk dışlandı.
Daha sonra 1982 yılında 12 Eylül rejimi hukukunu oluşturacak yeni anayasa neredeyse açık oy, kapalı sayımla kabul ettirildi. Oy atılacak zarfların şeffaflığını anımsayanlarınız elbette vardır.
12 Eylül Askeri Darbesi’nin ekonomik çözümlemesi nasıl yapılabilir?
Darbenin ekonomik çözümlemesi, Türkiye’yi kapitalist dünya ekonomisine bağımlı bir çevre ekonomisi olarak eklemleyen bir yapısal dönüşüm projesi olduğu şeklinde yapılabilir.
Bunun ön adımı aslında 24 Ocak 1980 Kararlarıyla atılmıştı. Ancak emekçi sınıfların demokratik taleplerini baskı altına alarak iç ve dış sermaye lehine büyük gelir aktarımlarını öngören politikaların, kısmen de olsa demokratik koşullarda uygulamaya konulması zordu. Darbe ile emekçi sınıfların her türlü hak arama mücadelesi engellendi, işçi ve köylülerin ekonomik örgütleri kapatıldı, mallarına el kondu.
Örneğin Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu ile Köy-Koop’un taşınmaz malları bu şekilde ellerinden alındı. Nitekim bunu dönemin işverenler sendikası başkanı, «Şimdiye kadar biz ağlıyorduk, artık onlar ağlasın” diye açık olarak söyledi. Adına yeni-liberal politikalar denilen, daha sonra küreselleş(tir)me örtük adıyla saklanan, aslında faşist politikalarının uygulayıcısı da garip bir şekilde günümüzde liberal çevrelerin hala en gözde adamı olan Turgut Özal oldu.
Sonradan Özal Hükümetleri ve onları izleyen hükümetlerin ekonomi politikalarıyla, yabancı sermayenin tahakkümüne karşı kamuyu koruyan sanayi, tarım ve hizmet KİT’leri özelleştirildi, uluslararası tahkim kabul edildi, Avrupa Birliği ile tam üyelik gerçekleştirilmeden Gümrük Birliği’ne girildi. Bir bakanımız geçtiğimiz aylarda Gümrük Birliği’ne girilmesinin bedelinin dış ödemeler dengesinde 217 milyar açık yarattığını söyledi. Ancak bu tespiti söylem içinde kaldı. Ne iktidar partisi, ne de muhalefet partileri bunu sorgulamaktan kaçınır durumda değiller mi?
Dışa bağımlı bu politikalar zamanla ülkenin finansal sistemini uluslararası sermayenin ele geçirmesine olanak sağladı. Günümüzde finansal sistemin yarısı yabancı sermaye eline, borsanın üçte ikisi yabancı sermaye denetimine girmiş bulunmuyor mu?
Bu bağlamda, ekonomide tek seçeneğin liberal ekonomik sistem olduğu kabul ettirildi. Emek-sermaye çelişkisi unutturuldu. Demokrasi adına etnik ve dinsel kimlikler öne çıkarıldı, bir başka deyişle ulusu birleştiren öğeler yerine, ayrıştıran öğeler zenginlik olarak sunuldu.
Siyasi olarak 12 Eylül Askeri Darbesi Nedir?
Siyasi olarak da, 12 Eylül Hareketi, kimilerinin «Ilımlı İslam ya da Amerika’ya Uyumlu İslam” olarak adlandırılan rejimi yaratmanın ön adımıydı. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejik çıkarları doğrultusunda, Sovyetler Birliği’ne dönük bir kuşatma hareketinin gerçekleştirilmesi yolunda adımlar atıldı. Uyumlu İslamın ruhani önderinin Pensilvanya’da olması bunun en önemli göstergesi değil mi?
Siyasetin iç boyutuna gelince. Siyaseti ve ekonomiyi ilgilendiren bütün yasalar, varlıklıların lehine düzenlendi. Demokrasiyi geliştirecek örgütler olarak düşünülen siyasi partilerle ilgili yasa, tepeden inmeci bir şekilde değiştirildi.Üstelik var olan partilerin ekonomik programları,neredeyse aynılaştırıldı.
Sosyal-Kültürel olarak 12 Eylül Askeri Darbesi’nin Getirdikleri
12 Eylül Askeri Darbesi ile Batı’nın dayatmasıyla uygulamaya konulan yeni-liberal politikaların sosyal-kültürel boyutu ise en az ekonomik ve siyasi boyutu kadar önemli. Sosyal-kültürel politikaların bir çok yanı var. Bunlardan birincisi, merkez ülkelerinin sosyal kültürel yapılarının üçüncü ülkeler için de geçerli olabileceği, bir başka deyişle toplumlar arasındaki kültürel farklılıkların sıfırlaştırılması konusudur.
Bu bağlamda, yeme-içme ve eğlence kültüründen müziğe, dile ve davranışlara değin her konuda çağdaşlığın merkez ülkelere benzerlikten geçmesi gerektiği dayatıldı. Buna kısaca, McDonald’s-laşma kültürü deniliyor.
Bir yandan da ilk aşamada her türlü kültürel kimlikler, adeta onlar açığa sıksın diye olağanüstü bastırıldı, ancak daha sonraları ülkenin yerel özellik ve kültürleri de olabildiğince körüklendi. İçinde yaşadığımız günlerde, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ortaya çıkan bütün bölücü hareketlerde bu anlamda Batı’nın, «merkez ülkelerin” payı yok mu?
12 Eylül’ün bir başka görünümü ise, Türkiye’ de ve dünyada giderek egemen olan ataerkil kültüre getirdiği ivme oldu. Bu kültüre göre, toplumdaki bireyler, ataerkil kültüre göre bir sıralama içinde olmalıdırlar. En başta, para babaları bir başka deyişle kartel ya da holding sahipleri, siyasette en fazla oy alanlar ve cemaat liderleri vardır. 12 Eylül ile yurttaşların konumları, ürettikleri ve topluma kazandırdıkları ile değil, siyasal, parasal ve dinsel güçlerine göre şekillenmeye başladı. Bir başka deyişle liyakat değil, biat egemen kılındı. Günümüzde bu konu giderek boyutlandı.
Ataerkil kültürün ortaya çıkmasında iç dinamiklerin payı elbette yadsınamazdı. Burada toplumsal sınıflar ve katmanlar arasında gelir farklılığı, cinsiyet ve dinin siyasete alet edilmesi gibi birçok konu sıralanabilir.
Bununla birlikte ataerkil kültürünün sürdürülmesi ve giderek Türk toplumunda egemen olmasında, iç dinamikler yanında, 12 Eylül’le Türkiye üzerinde ağırlığını artıran dış dinamiklerin payının son otuz yılda artmasının da önemli ağırlığı oldu.
Başlangıçta yeşil kuşak, daha sonraları Büyük Ortadoğu Projesi ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’yu denetim altına almasıyla bu kültür boyut ve güç kazandı.
Bir başka değişim, kavramlara ilişkin oldu. Kavramlar kirletildi. Yerli yersiz kullanıldı, kimi zamanlar içi boşaltıldı, hatta kimi zamanlar tam zıddına çevrildi. Örneğin cemaat örgütlenmeleri sivil toplum örgütlenmelerine örnek gösterildi, çoğunluk kararı demokrasinin gereği sayıldı.
Özetle,12 Eylül Askeri Rejimi’nin getirdiği yeni-liberal politikalar, ekonomi, siyaset ve toplumsal açıdan önemli sorunlar ortaya çıkardı. Büyüme yani üretim geriledi. Borçlanma, sürekli bir kaynak sağlama seçeneği oldu. Dış borcun artması, emperyal güçlerin denetimini hızlandırdı.
Ekonomiden siyasete, hatta tarihin yorumlanması bile AB/ABD’nin tekeli altına girdi. İşsizlik dayanılmaz boyutlara erişti, bu durum gelir dağılımının toplumsal sınıflar arasında olduğu kadar, bölgeler arasında ayrımını derinleştirdi. İşsizliğin artması ile kişiler özgüvenlerini yitirdiler, bağımsız hareket etme ve düşünme yetenekleri kayboldu.
Toplumda özgür bireylerin emek temelinde örgütlenmesi yerine etnik ve dinsel kültüre bağlı örgütlenmeler başat oldu. İşsizlik, salt fakirliği ve açlığı oluşturmadı, bireylerde ve toplumda ahlaki çöküntüyü de yarattı.
Ve başta da değindiğim yerel seçimler gibi demokrasiyi boyutlandıracak uygulamalarda bile demokrasinin kırıntısı yoksa, bu durum 12 Eylül’ün bir sonucu olarak yorumlanamaz mı?
Ne dersiniz 12 Eylül Süreci devam etmiyor mu?