Jeopolitik kavramını, ortaokulda coğrafya dersini almaya başladığımız zamandan itibaren sıklıkla duymuşuzdur. Okulda bize öğretilen Türkiye’nin çok önemli bir jeopolitik konuma sahip olduğu idi. Jeopolitiğin ne olduğu ise genellikle açıklanmazdı. Bu yazıda, özellikle Türkiye gibi 3 kıtanın kesiştiği bir coğrafyada oturan insanlar olarak sıklıkla kullandığımız «jeopolitik” kavramının ne ifade ettiğinin ve bu kavramın ardında yatan gerçekliğin ne olduğunun irdelenmesi planlanmaktadır.
Türk Dil Kurumu (TDK), jeopolitik ile ilgili yaptığı tanımlamalardan birisinde, jeopolitiğin, « bir devlette bir bölgede uygulanan politikayla o yerin coğrafyası arasındaki ilişki” olduğunu belirtmektedir. TDK’nın jeopolitik tanımlamalarından diğeri ise jeopolitiğin, politikaların meşrulaştırılması için ne şekilde kullanıldığı konusu ile ilgilidir. Buna göre jeopolitik, «bir devletin saldırgan nitelikteki genişlemesini ekonomik ve siyasi coğrafya açısından haklı kılmaya yönelik siyasi öğreti”dir. En geniş anlamı ile jeopolitiği topraklar ve topraklar üzerinde yaşayan insanlar üzerinde etkide bulunabilme ve iktidar kurabilme rekabeti ile ilgili olan her şey olarak tanımlamak mümkündür. (1) Bu tanımlamaya göre, jeopolitik yalnızca bir devletin yayılmacı politikalarının meşrulaştırılma aracı değil aynı zamanda, devletler arasında belli bir coğrafya üzerinde hakimiyet kurma rekabeti olarak değerlendirilmelidir. Klasik jeopolitik yaklaşımlar, 20. yy’ın başlarından beri devletlerin hangi koşullarda bu mücadeleden başarılı çıkacakları üzerinde durmuşlardır. Bu şekilde, TDK’nın yazımızda geçen ikinci tanımında da olduğu gibi devletlerin politikalarının meşrulaştırılmasına aracılık etmişlerdir.
Jeopolitik kavramının çoğunlukla değinilmeyen boyutlarıyla irdelenmesinden önce klasik jeopolitik kuramlarına ve bunların hangi politikaları meşrulaştırdığına değinmek yerinde olacaktır. Bu bağlamda, klasik jeopolitik yaklaşımlara örnek oluşturması açısından Sir Harlfrod Mackinder’ın, Karl Haushofer’ın ve Nicholas Spykman’ın jeopolitik kuramlarına odaklanılabilir. Jeopolitikte Heartland Kuramı’nın kurucusu olan Mackinder, İngiltere’nin 20. yy’ın başlarında dünya egemenliğini yitirmemek için uygulaması gereken politikanın «kara hakimiyeti” politikası olduğunu ileri sürmüştür. Mackinder’ın jeopolitik yaklaşımı sıklıkla dile getirildiği gibi, «Doğu Avrupa’ya hakim olan Heartland’e egemen olur. Heartland’a hakim olan Dünya Adası’na egemen olur. Dünya adasına hakim olan dünyaya egemen olur.” sözleriyle özetlenir. (2) Mackinder, bunun gibi görüşleri sebebiyle İngiltere’nin emperyalist yayılmasını teşvik ederek emperyalizmin meşrulaşmasına hizmet ettiği gerekçesiyle emperyalizmin teorisyeni olarak anılmıştır. (3) Karl Haushofer ise 19.yy’ın ikinci yarısında ulusal birliğini sağladıktan sonra jeopolitik rekabete katılan Almanya’nın dünyaya egemen olması için deniz hakimiyetinin gerekli olduğu fikrini savunmuştur. Haushofer’in görüşlerinden özellikle üzerinde durulması gereken ise «yaşam alanı”dır. Almancası lebensrausm olan «yaşam alanı” kavramı devletin halkına geniş bir alan ve bol kaynak sağlama hakkı ve görevi olarak tanımlanmaktadır. (4) Haushofer’in «yaşam alanı” kavramının 2. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Hitler yayılmacılığının dayanak noktalarından birisini oluşturduğu iddia edilmektedir. 2. Dünya Savaşı sonrasında, Mackinder’ın Heartland kavramına Rimland kavramını ekleyen ABD’li Spykman, literatüre Kenar Kuşak Kuramı olarak geçen kuramın kurucusudur. Spykman’a göre, Batı Avrupa, Ortadoğu, Güney Batı Asya, Çin ve Uzak Doğu’yu kapsayan bölge olan «Rimland’ı kontrol eden Avrasya’ya hükmeder, Avrasya’yı kontrol eden dünyanın kaderine hükmeder.” Spykman’ın ise Soğuk Savaş Dönemi’nde bir kara gücü olan Sovyetler Birliği karşısında ABD’nin deniz gücüne vurgu yaparak ABD’nin Soğuk Savaş Dönemi politikalarını meşrulaştırıldığı ileri sürülmektedir.
Görüldüğü gibi klasik jeopolitik yaklaşımlarda, genellikle devletlerin belli bir coğrafi alan üzerinde egemenlik kurmasının dünya egemenliğini beraberinde getireceği iddia edilmektedir. Devletlerin hangi coğrafi alanlarda egemenlik kurması gerektiği, devletlerin coğrafi konumlarına ve çıkarları çerçevesinde yansımıştır kuramlara. Örneğin, bir ada devleti olan İngiltere’nin kara hakimiyeti kurması gerektiği, bir kara devleti olan Almanya’nın denizlere hakim olması gerektiği belirtilmiştir. Bu yaklaşımlarda egemenlik kavramı çoğunlukla askeri egemenlik olarak algılanmakta ve böylelikle devletlerin saldırgan, yayılmacı politikalarının dayanak noktasını oluşturabilecek nitelik kazanmaktadır. Ancak, klasik jeopolitik yaklaşımlarda dünya egemenliğinin ne olduğu, bir devletin neden dünyaya egemen olmak isteyeceği ya da daha geniş bir ifade ile jeopolitik mücadelede devletlerin motivasyon kaynağının ne olduğu, jeopolitik mücadele yöntemlerinin arkasında kalmıştır. Bu sorulara yanıt vermek ise, jeopolitik mücadeleye ekonomi-politik bir bakış açısıyla yaklaşmak ile mümkün olacaktır.
Bu bağlamda öncelikle, «devlet” lerin varlığının ve dolayısıyla devletlerin etkileşim halinde olduğu devletlerarası sistemin kendisinin jeopolitik bir olgu olduğu belirtilmelidir. Bir siyasi varlığın devlet olarak adlandırmasının temel koşullarından birisi belli bir coğrafyada o coğrafyayı belirleyen sınırların içine ve dışına yönelik bir egemenlik iddiasıdır. O halde, bir devletin var olabilmesi ancak jeopolitik bir varsayım ile mümkün olmaktadır. Ayrıca, belirlenen coğrafyaların o coğrafyanın içindeki ya da dışındaki odaklar tarafından değiştirilebilecek olması jeopolitik mücadelenin askeri ve siyasi boyutunun birbirinden ayrılamayacağını da göstermektedir.
Devletin kendisinin jeopolitik bir varsayım olmasının yanı sıra, jeopolitik mücadelenin kapitalist ilişkilerden kaynaklandığını kanıtlayacak birçok etken mevcuttur. Kapitalist üretimin karını arttıracak olan yasal mekanizmalar, sınırları belli coğrafyaların otoritesi konumundaki devletlerin aracılığı ile sağlanmaktadır. Burada kasıt, kar maksimizasyonuna ve sermaye birikimine dayanan kapitalist sistemde tekelleşme sürecinin devletlerarası sistemin mekanizmalarıyla garanti altına alınmış olmasıdır. Çünkü kar odaklı kapitalist üretim tarzında, hem askeri-siyasi yöntemleri hem de kar arttırmaya yönelik ekonomik yöntemleri başarıyla kullananlar kazanır. Kapitalist tekelleşme, karı arttırmakta böylelikle merkez devletlerin tekelleşmiş üretimi karşısında rekabetçi koşullarda üretim yapan çevre devletler, dünya pazarında dezavantajlı konuma gelmektedir. O halde, tekellerin oluşması için gerekli olan siyasi koşulların kendisi ekonomik ve jeopolitik bir rekabetin sonucudur. (5)
Toprağın altındaki ve üstündeki kaynaklara, askeri güç kullanarak ya da aktörlerin rızasını kazanacak yöntemlerin hayata geçirilmesiyle, hakim olma arzusu dünya coğrafyasının kapitalizmin asırlardır sürmekte olan mücadelelerine sahne olmasını beraberinde getirmiştir. Burada jeopolitik mücadelenin, hem merkezin çevre ile olan ilişkilerinde hem de merkez devletlerin diğer merkez devletlerle olan ilişkilerinde belirleyici olduğu üzerinde durmak gerekmektedir. Yerin altındaki ve üstündeki kaynakların kar elde etmek için elzem olması ve kar arttırmanın (ucuz hammadde, ucuz iş gücü aracılığı ile) anahtarı olması emperyalist yayılmanın odak noktalarından birisini oluşturmaktadır. Kaynaklar üzerindeki mücadele, kaynakların paylaşımı meselesi olmanın yanı sıra, kaynakların tekelleştirilmesi çabasını da beraberinde getirmektedir. Böylelikle, kaynakların paylaşılması ya da tekelleştirilmesi, emperyalist devletler arasında bir mücadele konusu olmakta, merkez devletlerden siyasi, ekonomik, askeri olarak görece güçsüz olan çevre coğrafyalar ise merkezin çıkar çatışmalarından doğan gerilimin boşalma coğrafyası haline gelmektedir. Son olarak, kapitalizmin varlığını sürdürebilmesinin koşulu olan sermaye ihracı, sermaye karın düşük olduğu yerlerden yüksek olduğu yerlere doğru hareket ettiği için jeopolitik mücadelenin ardındaki temel etkenlerden birisi olarak değerlendirilebilir.
Yazının ilk cümlelerinde ortaokul sıralarından beri öğrencilere, Türkiye’nin çok önemli bir jeopolitik konuma sahip olduğunun öğretildiği belirtilmişti. Yukarıdaki açıklamalar ışığında «önemli jeopolitik konum”un ne ifade ettiği açıklanabilir. Mackinder’ın Sibirya, Kuzey Buz Denizi, İran, Afganistan arasında kaldığını belirttiği Dünya Adası; Spykman’ın Rimland bölgesi başka bir deyişle, devletlerin egemen olduğunda dünya egemenliği anlamına geleceğinin iddia edildiği coğrafyada konumlanmaktadır. Siyasi tarih incelendiğinde Türkiye’nin konumlandığı coğrafyada savaşın ve istikrarsızlığın eksik olmadığı görülmektedir. Özellikle Sanayi Devrimi’ni takip eden süreçte devletler, çağın özelliklerine göre ve çağın araçlarıyla Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada egemenlik kurma çabasında olmuşlardır. Devletleri bu çabaya yönelten yukarıda da belirtildiği gibi jeopolitik mücadelenin ardındaki etken olarak kapitalist sistemin kar arttırmaya yönelik gereklilikleridir. Bu çerçevede bakıldığında, Afganistan’ın Irak’ın işgali, Irak’ın bölünmesi, Suriye’deki istikrarsızlık, İran üzerindeki baskılar ve bu olguların gelişiminde devletlerin tutumları jeopolitik mücadeleden bağımsız düşünülemez.
Kaynaklar
* Bu yazı, «İran’ın Bölgesel Gücünün Küresel Yansımaları Çerçevesinde Enerji Jeopolitiği” başlıklı yüksek lisans tezimden faydalanılarak yazılmıştır.
(1) Yves, Lacoste. Büyük Oyunu Anlamak: Jeopolitik Bugünün Uzun Tarihi, Çev. İsmet Akça, (İstanbul: NTV Yayınları, 2008), s.10.
(2) Mackinder, Halfrod J. Democratic Ideals and Reality: A Study in the Politics of Reconstruction, (New York: Henry Hold and Company, 1919), s.203.
(3) Semmel, Bernard. «Sir Halfrod Mackinder Theorist of Imperialism”, The Canadian Journal of Ecenomics and Political Sicience, Cilt. 24, Sayı.4, Kasım 1958, ss. 554,561.
(4) Gray Colin S. ve Sloan, Geoffrey. Jeopolitik Strateji ve Coğrafya, Çev. Tuğrul Karabacak, (Ankara: ASAM, 2003), s. 304.
(5) Chase-Dunn, Christopher. Global Formation: Structures of the World- Economy, (Lanham MD: Rowman & Littlefield Publishers. 1998).