Suriye’deki yangının her an büyüdüğü ve giderek ülkemizi daha da tehdit eder bir konum kazandığı günümüz ortamında, uluslararası ilişkiler disiplininde önemli bir yere sahip, Türk okuyucusu tarafından Stephen M. Walt ile birlikte kaleme aldıkları İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası kitabıyla tanınan John J. Mearsheimer’ın 2011’de çıkan son eseri olan Liderler Neden Yalan Söyler? Uluslararası Politikada Yalan Gerçeği adlı kitabını okumanın tam da zamanı gibi gözüküyor.
Kitabın merceğinde Irak işgalinin başladığı 19 Mart 2003 tarihinden önce savaş çığırtkanlarının Amerikan halkını Saddam’ın düşürülmesi ve Irak’ın silahsızlandırılması konusundaki ikna çabaları var. O dönemde Bush yönetiminde kilit makamları işgal edenlerin temel iddiası Irak’a açılacak bir savaşın bir tercih değil bir zorunluluk olduğuydu. Bunun aksini ileri sürenler ise, bırakın gerçeği göremeyen aptallar olarak itham edilmeyi vatansever olmamakla bile suçlanmıştı.
Mearsheimer, Bush yönetiminin Irak Savaşı ile ilgili 4 önemli yalan söylediğine işaret ediyor. Birincisi Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu, ikincisi Osama bin Laden ile yakın ilişkisi ve dolayısıyla 11 Eylül saldırılarının sorumluluğunu paylaştığı iddiası ve nihayet savaş kararı çok önceden verilmiş olduğu halde Başkan Bush da dahil olmak üzere Amerikan yönetiminin Saddam ile barışçıl bir çözüm yolunu açık bıraktıkları yalanı.
Tanımlar üzerinde dikkatle duran Mearsheimer, yalanı, bir gerçeği karartma ya da önemli bir bilgiyi kamuoylarından saklama yönündeki davranışlardan ayırıyor. Ona göre, yalan söyleme sadece gerçek dışı bir iddiada bulunmakla sınırlı kalmıyor. Çünkü stratejik yalanlar -yani aslında ülkelerinin stratejik çıkarlarını halklardan daha iyi anladıklarını düşünen liderlerin söyledikleri yalanlar- çoğunlukla bunları destekleyen bir dizi kurgu ve hikaye ile birlikte sunuluyor.
Mearsheimer’ın altını çizdiği önemli bir husus, yalanın kamuoylarını ikna etme ve onlara hesap verme zorunluluğundan dolayı otoriter rejimlerden ziyade demokrasilerin bir sorunu olarak karşımıza çıkması. Birçok tarihi örnek üzerinden giden çalışma gösteriyor ki stratejik yalanların bir ülkenin yararına işlemesi olasılığı varsa da tam tersinin olması bir fiyaskoyla hatta ülkelerin hayati çıkarlarını zedeleyen durumlarla sonuçlanması da olası.
Yalanlarla demokrasinin ilişkisinin bir başka yönüyse, yalanların dış politikada büyük hezimetlere yol açmasının seçilmişler kadar demokrasiye olan güveni de derinden sarsması.
Mearsheimer’ın eseri, liderlerin kendi kamuoylarına, başka ülkelerle olan ilişkilerinde olduğundan çok daha rahat yalan söyleyebildiklerine işaret ediyor. Bunun nedeni ise basit. Yalanın bir etkisi olabilmesi için karşı tarafın da buna inanması lazım. Oysa aralarında ciddi sorunlar bulunan ülkelerin birbirlerinin söylediklerine sorgusuz süalsiz itibar edeceklerini düşünmek bile zor. Birçok durumda en azından ispat gerekeceği açık. Buna mukabil liderlerin kendi kamuoylarını aldatmaları çok daha kolay. Zira, istihbarat ağının kontrolü hükümetin elinde. Enformasyon akışını denetleyen dolayısıyla kamuoyuna hangi bilginin verilip hangisinin verilmeyeceğine karar veren hükümetler kendi kamuoylarını yabancı ülke liderlerini ve diplomatlarını kandırdıklarından çok daha kolay aldatabilmekte. Bir üst otorite tanımayan uluslararası ilişkiler ortamının aksine, kamuoylarının da genellikle milli menfaatlerin korunması gerektiği ileri sürülen durumlarda hükümetlerine inanma eğilimi göstermesi bunu daha da kolaylaştırıyor.
Yalanın işe yaramayacağı ve yalancıların sonunda sandık başında cezalanacağı düşünmek de boşuna. Zira bazı yalanlar hiçbir zaman ortaya çıkmazken bazılarının deşifre olması için 30 yıl beklemek bile söz konusu olabilir. Ayrıca yalanın söylenmiş olması dış politikada büyük bir fiyaskoya yol açmadığı durumlarda önemini de yitiriyor.
Stratejik yalanlara başvuran hükümetler, kamuoylarının neden böyle davrandıklarını anlayamayacaklarını, tehdidi yaratan ortamı ve karşı karşıya kalınan seçenekleri doğru bir şekilde değerlendiremeyeceklerini düşünmekte. Bunun en tehlikeli yanı, bir taraftan kamuoyunun sağduyusunu işlemez kılarken, hükümete yanlışlarını düzeltme yolunda bir baskının ortaya çıkmasını da engellemesi olarak gözüküyor.
Mearsheimer’ın eseri her ne kadar hükümetlerin özellikle de kendi kamuoylarına karşı söyledikleri yalanlar karşısında duyarlılığımızı arttırsa da eserde değiştirilmesi zor addedilen koşullar karşısında isteksiz bir kabüllenişin izlerine rastlamak da mümkün.
Oysa karar vericilerin hangi koşullarda hangi düşünce ve itkilerle kamuoylarına yalan söyleme yolunu seçtikleri incelenirken, hükümetlerle kamuoyları arasındaki ilişkinin en önemli ayağı olan medyanın etkisi üzerinde durulması mutlaka gerekli. Medyanın demokrasinin sinir sistemi olarak tanımlanması boşuna değil. Medya, doğru çalışmadığında demokrasinin çalışması da darbe yiyor.
Irak Savaşı’nda Amerikan medyası kamuoyuna doğru bilgiler sunamadıysa, seçici ve yanlı haberlerle demokrasiyi çalıştıran değil de engelleyen bir güç olarak karşımıza çıktıysa, yapılacak olan demokrasinin olmazsa olmaz koşulları içinde yer alan basın özgürlüğünün nasıl sağlanacağı, tekellerin nasıl yıkılacağı konusunda kafa yormak gibi görünüyor.
Thomas Jefferson’ın şu sözleriyle bitirelim:
«Eğer beni basınsız bir hükümetle hükümetsiz bir basın arasında karar vermeye zorlasalar tereddüt etmeden ikincisini tercih ederdim.”