Devletler dış düşmanlarına karşı doğrudan silahlı mücadeleye girebilecekleri gibi bazen de o ülkenin içindeki muhalif grupları güçlendirmeyi tercih ederler. Devletlerin bunlardan hangisini, ne tip saiklerle ve hangi koşullar altında seçtiğini anlamanın ilk akla gelen yolu uluslararası ilişkiler alanında savaşla ilgili literatüre bakmak gibi gözüküyor. Realist yaklaşım savaşların nedenlerini açıklamakta uluslararası sistemin yapısını ve güç dağılımını esas alırken liberaller kuvvet kullanımını ya da tam aksine bundan uzak durmayı demokratik kurumların, uluslararası örgütlerin ve ticari bağların varolup olmamasıyla açıklamayı yeğliyorlar. Ayrıca, realist okulla yolları kesişen bir grup çalışmanın savaşı devletler arasında pazarlık sürecinin çok maliyetli bir aşamaya gelmesi olarak nitelendirdiğini, liberal yaklaşım içinde ise iç siyasal faktörlerin kuvvet kullanımıyla olan ilgisini açıklamaya çalışan bir başka grup akademisyenin de savaşı iktidarların iç siyasal ve ekonomik sorunlardan bunalan kamuoyunun dikkatini bir dış düşmana yönlendirmedeki işlevini açıklamaya çalıştığını görmekteyiz. Ayrıca, savaşı devletlerin benimsedikleri normlar ve kimliklerle birlikte değerlendiren dikkat çekici çalışmalar da bulunuyor. Her ne kadar kendi aralarında ayrılsalar da çoğu çalışmanın ortak unsuru ağırlıklı olarak devletler arasında yaşanan savaşlar üzerinde odaklanması, dış düşmana karşı başvurulan «dolaylı çatışma stratejileriniyse” çok fazla dikkate almaması gibi gözüküyor. Oysa terörist grupların, ayrılıkçı örgütlerin ve genelde mevcut iktidarı yıkmaya yeltenen rejim karşıtı yapılanmaların, isyankar grupların çok çeşitli yönlerden desteklenmesi devletlerin diğer devletlerle mücadelede çok sıklıkla benimsedikleri bir yol olarak karşımıza çıkıyor. Zira karşı tarafa «doğrudan” savaş açmaktansa savaşı «delege etmek” birçok durumda daha az riskli ve maliyetli addediliyor.
Zira iç savaşların etnik ayrımcılık, yoksulluk, eşitsizlik gibi iç nedenlerinin yanı sıra çok ciddi dış boyutları da var. Nitekim soykırım sonrası Ruanda hükümetinin Laurent Kabila’nın «Özgür Kongo için Demokratik Güçler İttifakı” na verdiği örgütsel ve mali yardımlar olmasa Kongo’da iç isyan da çıkmayabilirdi. Bu ve benzeri örnekler bize sadece iç savaşların gidişatında değil bizzat böyle bir sona giden yoldaki en önemli aşamaların dış aktörler tarafından şekillendirildiğini ortaya koyuyor. Bir ülkenin iç savaşla hayli yıpratıldıktan sonra işgal edilmesi ya da onu teritoryal, siyasi ve ekonomik ödünler vermeye zorlayacak şekilde dize getirilmesi çok daha kolay gözüküyor.
Devletlerin «doğrudan bir savaş” yerine «kendi yerlerine savaşacak gruplara destek vermeyi” seçmesi; aslında bu hiç de yeni bir olgu değil. Nitekim Soğuk Savaş döneminde gerek ABD’nin gerekse de Sovyetler Birliği’nin doğrudan çatışmak yerine destek verdikleri güçler vasıtasıyla Üçüncü Dünya’da nüfuz oluşturma mücadelesine girdikleri bilindik bir gerçek. Kuşkusuz bu sadece süper güçler ya da büyük güçlerle (Çin gibi) sınırlı bir olgu da değil. Küba, İran ve Sudan’nın çevre ülkelerde nüfuz alanları inşa etme mücadelelerinde hasımlarına karşı çok çeşitli militan gruplara destek vermesi söz konusu olgunun aslında kapsamı içine aldığı ülkelerin ne denli geniş olduğunu ortaya koyuyor.
Burada söz konusu olan ister süper güç ya da büyük güç isterse de bölgesel güç hatta küçük bir ülke olsun doğrudan işgal ya da savaş yerine vekaleten savaş yolunda bir tercihte bulunulmasının temel mantığında savaşın getireceği maliyetten kaçınma var. Bu noktada belki ilk vurgulanacak olan şey, olası bir savaşın askeri ve mali bedeli ki buna siyasi ve diplomatik anlamda önceden öngörülmeyen birçok alandaki olası kayıplar da eklenebilir. Nükleer silahlara sahip olma söz konusu olduğu durumlarda ise savaşın maliyetinin göze alınmaz bir niteliğe büründüğü ortada. Nükleer silahlara sahip olma açısından mutlaka bir simetrinin varlığı da zorunlu değil. Hasım tarafların sadece bir tanesinin nükleer silahlara sahip olduğu durumlarda diğeri açısından maliyet göze alınamaz bir karakter aldığından (İsrail karşısında Arap ülkelerinin durumu buna örnek gösterilebilir) vekaleten bir savaş yürütme tercihinde bulunma söz konusu olabilir.
Nükleer silahlara sahip olmayan ancak konvansiyonel kuvvetler açısından oldukça güçlü bir devletle doğrudan karşılaşmayı göze alamayacak bir devlet açısından da vekaleten bir savaş yürütülmesi daha az maliyetli olarak değerlendirilebilir. Tabii bu ancak güçlü tarafın askeri bir tepkide bulunmayacağının varsayılması durumunda geçerli bir yoldur. Nitekim Ermenistan ASALA’yı, Suriye ve İran PKK’yı yıllarca Türkiye’ye karşı vekaleten bir savaş yürütmek üzere kullanmışlardır. Ne zaman ki Türkiye Suriye’ye gücünü gösterme konusunda açık ve kararlı bir tutum sergilemiş o noktada «vekaleten savaş” çok maliyetli bir hale gelmiştir.
Vekaleten savaş sadece otoriter devletlerin başvurduğu bir yöntem de değildir. Aslında demokrasilerde kamuoyları büyük bir maliyet getirebilecek bir savaşa ancak çok elzem ya da kaçınılmaz bir durumda onay vereceklerinden hükümetler bu türden savaşları yeğleyebilmektedirler. Olup bitenler, verilen askeri, lojistik ve parasal destekler saklı tutulabildiği oranda demokrasilerde kamuoyları bu savaşlara açıkça muhalefet etmekten alıkoyulmaktadır. Bu dolaylı mücadeleler sıklıkla iç savaşlarla da içiçe geçtiğinden vekaleten savaş yürüten ülkelerin kamuoyları bir başka ülkedeki yangının ne kadarının bir iç isyandan ne kadarınınsa dış destek yüzünden yükseldiğini tam anlayamamakta, konu o ülkenin içindeki kavgadan kaynaklanmış gösterildiği ölçüde kitlelerin tepkisinin önüne geçilmekte, kamuoyları susturulmaktadır. Vekaleten savaş demokrasinin temel prensipleriyle çatışmakta, kamuoylarının bir savaşı önleme yolundaki iradesini ortadan kaldırmaktadır.
Vekaleten bir savaş yürütmenin başlangıçta hesaplanmayan maliyetleri de var kuşkusuz. Bunlardan biri kullanılacak grup hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan bu işlere girişilmesi ya da zaman içinde bu grup üzerinde kontrolün tesis edilememesidir. Bunu engellemenin yollarından bazıları bu gibi grupların harekete geçmesinden ya da geçirilmesinden çok daha önce ( ki Soğuk Savaş döneminde süper güçler böyle davranıyorlardı) onların ideolojik ve örgütsel olarak yetiştirilmesidir. Zira, söz konusu gruplar bir noktada (ya güçlendikleri ve artık dış aktörlere ihtiyaç duymadıkları için ya da farklı hedeflere yönelmek istedikleri için) hizmet etmekte oldukları dış mihrakları bir kenara bırakabilir. Dış aktörler bunu önlemek için onları para, silah ve siyasi destekten mahrum bırakmayla tehdit edebilir. Ancak Afganistan’daki Taliban örneği bu çarenin de işe yaramayabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Pakistan’ın durumuysa bölgesel bir aktörün, bir sınır komşusunun bu işlere karışmasının aslında kendisini felakete sürüklemeyle eş anlama gelebileceğini bize göstermektedir.
Suriye ’de yaşanan iç savaşta Türkiye ’nin çetelere yardım ettiği iddiaları tartışılırken, başta Adıyaman olmak üzere Bingöl, Batman, Urfa, Diyarbakır ve Bitlis’ten 18 ile 30 yaş arasındaki gençlerin savaşmak üzere Suriye’ye götürüldüğü iddiası acaba Türkiye de Pakistanlaşıyor mu sorusunu gündeme getirmektedir. Demokrasinin temel ilkeleri meselenin üzerindeki sis perdesinin bir an önce kaldırılıp kamuoyunun aydınlatılmasını gerektirmektedir.