İstanbul’da 10 yıldır gerçekleşmekte olan ve tüm diğer film festivallerinin yanında sinemaseverlerin heyecanla beklediği ve diğer şehirlerden de gelerek adeta yerli kültür turizmine katkıda bulunduğu ve ağırlıklı olarak tüm dünyada önemli şehir festivallerinde gösterilen / yarışan dünya sineması ve bağımsız sinemanın en yeni çalışmalarının gösterildiği Filmekimi, bu yıl yurt içinde bir nevi gezici festival oldu. İstanbul programının tamamı ile olmamakla birlikte, uğradığı kentlerden biri de İzmir’di. Bu küçük ve tadımlık ziyafetin yalnızca başlangıç olmasını umut ediyor ve artık bu şehrin de kendine ait bir festival, hatta yarışmalı bir organizasyonu olmasını çoktan hak ettiğini düşünüyoruz. Önceki yazılarımızdan birinde caz festivali için sözünü ettiğimiz potansiyel var, talep var, festival neden yok sorusunu burada yineleyebiliriz. Sorunun yanıtını ve temenninin hayata geçmesini şehrin önde gelen kamu ve özel kuruluşları, dernek ve üniversitelerinden beklemek şaşırtıcı değil herhalde. Ülke ortalamasının hiç de altında kalmayan bir Güzel Sanatlar Fakültesi bulunan şehirde hangi sorun aşılamayacak bir engel teşkil eder böylesi bir festival projesinin önünde anlamak güç. Ödenek mi?
Cinebonus YKM gibi festival için oldukça elverişli bir salonu doldurdu sinema tutkunları, sinema öğrencileri ve akademisyenler, dört gün boyunca (13 – 16 Ekim). İlk gruba giren ve İzmir’de gösterilen toplam 16 filmden 11’ini izlemiş olan ben, son derece iddiasızca da olsa filmler hakkında yorumlarımı paylaşmak istedim.
Açılış filmi Beginners – Yeni Başlayanlar bana göre festivalin vasat filmlerindendi. Yönetmen Mike Mills’in ikinci filmi ve otobiyografik özellikler taşıdığı belirtiliyor. Kırkına yaklaşan Oliver, babasının ölümünü kabullenmeye çalıştığı günlerde, birçok anı üşüşmektedir aklına. Çocukluğu, annesinin de yakın tarihli ölümü, babasının annesinin ölümünden sonra, 75 yaşındayken eşcinsel olduğunu açıklayışı ve ömür boyu bilindiği hali ile sessiz, duygusal bir adamdan, canlı, hareketli ve iyimser bir adama dönüşmesi. Gerek anlattıkları gerek anlatım biçimi ile bana Sophia Coppola’nın filmlerini andırdı. Filmin artısı ağır hastalık, çocukluk travmaları vb. konuları insanın kafasından boca edercesine, melodramatik ya da basmakalıp biçimlerde vermemesi ve ilişkilere (baba – oğul, anne-çocuk, kadın-erkek, erkek-erkek) odaklanması. Bu tür anlatılardan hoşlananları yakalayacaktır. Ancak bir yandan aklıma takılan her türlü ilişki sürdürememe olgusunun mutlaka çocukluğa, çocuk – ebeveyne ve anne-babanın birbiriyle ilişki durumuna bağlanması klişesi, Amerikan sinemasının tipik politik doğruculuk ve güzelleme faaliyetlerinden biri gibi duran ‘Eşcinselliği en çok biz içselleştirdik ve doğal kabul ediyoruz artık bakın´ amaçlı bir zorlama hissi uyandırması konuları var. Birincisi psikolojinin alanına giriyor ve bu konunun ne kadar ağırlıklı olduğu halen uzmanlar arasında da tartışılıyor, ikincisi ise ideolojik. Filmin eksisi ise tüm bu duygusal çatışmaları bir adım öne taşıyamamasıyla, bir türlü derinleşemeyen karakterleriyle bir türlü bir yere varmaması.
Acı Tatlı Tesadüfler- Ma Part Du Gâteau ‘tam bir Fransız filmi’ diyemeyeceğimiz, hatta yer yer Doğu Avrupa filmlerini çağrıştıran bir Fransız filmiydi. İspanyol Pansiyonu ve Rus Bebekler filmleriyle tanınan ve sevilen yönetmen Cedric Klapisch’in bu tempolu filminde, küçük bir yerleşim bölgesi olan Dunkirk’te bir fabrikada çalışan üç çocuklu bekar anne France’i izliyoruz. Fabrika kapanınca işsiz kalan France iş bulmak için Paris’e taşınır. Burada, Londra’da çalışan ve Paris’e dönen işadamı Steve’in hizmetçisi olmayı kabul eder. Ne var ki, Steve’in bir önceki işyerinin kapanmasına yol açan adam olduğundan haberi yoktur. Hem sıradan hem de multimilyarder insanların hayatlarına çok yakından gösterip, ‘Yeşilçamvari’ dedirtecek şekilde onları birbirinin hayatından geçirirken sonda hayli derinde bir yerlerimize dokunacak biçimde sınıf çatışması patladı ve öylece bitti film. Elbet baş karakterin adının France (Fransa) olması açıkça sembolik. Çıkışta duyduğum kadarıyla ´open-ended´ son bazı izleyenleri hiç tatmin etmedi. Ancak benim naçizane görüşüme göre olayların sonunda ‘ne oldu’yu anlatmaktan ziyade, olan bitenden, nerelerden oralara getirenden bir kesit göstermekti yönetmenin niyeti. Festivalin iyilerindendi.
Bir başka film ise Mısır yapımı, belgesel tadında bir yapım olan Mikrofon – Microphone. Ön tanıtım yazısında dendiğine göre Arap Baharı öncesi kaynamaya başlayan ortamı sezdiren bir film. İsyanları öngörmüyor elbette, ama yanlış olmamış bu gerçekten de. Hatta, filmin Mısır’da vizyona girdiği gün devrim gerçekleşmiş ve filmin yapımcıları filmden tek kuruş gelir elde edememişler. Fatih Akın’ın senaristi olduğu Crossing The Bridge´vari müzikli İskenderiye filmi bu da. Gençler, underground müzik yapan gruplar, bunları filme almak isteyen sinema öğrencileri, ABD´den yeni dönmüş gelmiş Mısırlı genç mühendis, bu müzik gruplarına konser mekanı arayışları ve karşılaştıkları devlet resmi ideolojisi duvarı. Bu film de festivalin iyilerindendi. Filmin bir özelliği de tamamen Canon 7D fotoğraf makinesiyle çekilmiş ilk uzun metrajlı film olması. Nisan ayında İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazandı.
Hakkında hemen hiçbir şey bilmeden girdiğim filmlerden biri Habemus Papam oldu. Şaşırtıcı değil: İtalyan yapımı. Habemus Papam, Latince ‘Papamız var’ anlamına geliyor, (bilindiği gibi ancak ve ancak mevcut papa öldüğünde) seçilen yeni papa baş kardinal tarafından halka duyurulurken kullanılan kalıp söz. Film, papa olmak istemeyen bir papa hakkında. Gerçekten çok, ama çok iyi bir fikir. Ancak ne yazık ki, güzel bir fikir yakalayan pek çok filmin akıbetine uğramış: onu çok iyi işleyememek. Hiciv harika, ne yapmak istediği açık, ama bir türlü ikna olamıyoruz nedenler, nasıllar konusunda. Sanki konu ve bağlantılar filmin ortalarına doğru kopan bir kolyenin parçaları gibi dağılıyor ve tekrar bir araya toplanamıyor. Sanki papa ve psikolog bir konuşabilseler, doyurucu diyaloglar ortaya çıkacak ancak mükemmel bir sarkazmla tıkandıkları bir tek sahne dışında karşı karşıya bile gelmiyorlar. Özelde papalık, genelde din kavramının artık içi boşalmış kurumsallığı anlatılmak isteniyor, ama tüm dünyadaki kardinallerin ruhaniliken bu denli uzak ve naif kalmışlıklarına, hani ikna olmaya da istekli izleyiciler olarak bile ikna olamıyoruz. Filmi beğenen festival izleyicisi çoğunlukta, fikrimce ise ortalama olanlar arasında.
Bisikletli Çocuk – Le Gamin Au Vélo en iyilerden biriydi. Truffaut’nun 400 Darbe´si ile kıyaslamamak kaidesi ile elbet. Yok yok gerçekten iyiydi, anlatım da iyiydi, oyunculuklar da iyiydi. Hikayenin bağlanışı da klişe değildi. Demagoji yapmamanın güç olduğu konularda yapmamayı başarıyordu. Babası artık onu istemediğini söyleyince 11 yaşındaki Cyril, yetimhanede bir başına kalıverir. Öfkesi ve umutsuzluğu artınca tesadüfen tanıştığı mahalle kuaförü Samantha’dan koruyucu annesi olmasını ister. Banliyöde aile yaşamına alışmaya çalışırken, Cyril’in başı, genç bir torbacı yüzünden belaya girer. Karşı karşıya olduğu tüm koşullar Cyril’in hayatını rayına sokmasını zorlaştıracaktır. Filmin çekimleri oldukça iyiydi, tanıyanların dediğine göre tipik Dardenne Kardeşler tarzı imiş bu, benim izlediğim ilk filmleri bu oldu. Kardeşlerin yönettiği filmler başarılı ve özel çalışmalar oluyor yönünde bir yargı oluşacak bu gidişle: Coen Kardeşler, bizde de Taylan Biraderler… Bisikletli Çocuk Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile bu yıl Cannes’da jüri özel ödülünü paylaşmıştı.
Ve..Küçük Beyaz Yalanlar – Les Petits Mouchoirs… Bir grup arkadaş arasında ilişkiler (tabi aşk ilişkisi dahil) ve anlaşıldığı kadarıyla daha önce defalarca birlikte yaptıkları tatillerden biri ama aslında en önemlisi ve en dönüştürücüsü. Çok gülüp çok ağlamalı, anlatmayası, izlenesi bir seyirlik; çok farklı beğenilerdeki her insana içim rahat ´İzleyin!´ diyeceğim film bu. Bir seçim yapmam gerekse ilk üç sıraya
Festivalin benim için en büyük hayal kırıklığı, herkesin, Saddam´ın oğlu Uday´ı anlatan film diye büyük merakla geldiği Şeytanın İkizi – The Devil’s Double oldu. İyinin salt iyi, kötünün de salt kötü olduğu tipik bir Hollywood filmi. Elbette ki geçmiş Irak yönetimini ve Saddam ailesini tüm boyutlarıyla biliyor ve olumlanacak yönleri olmadığını biliyoruz, ancak bu kadar tek boyutluluk çok düşündürücü, haykırırcasına yanlı. Cüney Cebenoyan da bir yazısın söz ettiği üzere filmi izlemiş ve aynı düşünceleri paylaşmaktayız: «Uday Hüseyin, Saddam Hüseyin’in büyük ve ağır problemli oğlu. Film en kabasından, Ödipal karmaşanın pençesinde bir psikopat olarak çiziyor Uday’ı. Annesiyle aynı yatakta yatan, annesinin memesini öpen, babasını öldürmek isteyen, tabi karşılığında da babası Saddam’ın kastrasyon tehdidi altında yaşayan bir adam Uday. Bunlar en kaba haliyle böyle. Kastrasyon tehdidi sembolik değil, palayla insanların ortasında gerçekleştirilen bir eylem.
Uday bir psikopat. Bir seks hastası. Her beğendiği kadınla ya da ergen kızla yatıyor. Ya zorla ya da gücüyle ikna ederek. Kadının gerdek gecesi olabilir ya da genç ve bakire bir okul öğrencisi olabilir, fark etmez. Gerçek Uday belki daha da korkunç biridir, bilemem. Eminim Uday benzeri zorbalar, Kuveyt prensleri, Suudi Arabistan şeyhleri, Teksaslı petrol zenginleri ve onların oğulları arasında da vardır […] Doğu ile Batının güç sahipleri, zenginleri arasında özünde bir fark yok. Fakat film, Saddam’ların kötülüğünden politik çıkarımlar yapıyor ve işgale methiye düzüyor. Iraklılar kendi sorunlarını çözmekten acizlermiş de Bush’tan yardım beklerlermiş gibi. Saddamlar şeytanmışlar ama Bushlar melekmiş filme göre.
Ve tabii işgalin milyonlarca insanın hayatına mal olan faturası da filmde hiç yok. Şunlar da olmayanlar arasında: Irak’ın işgaline önce 11 Eylül’le ilişkili olduğu gerekçesiyle karar verildi. Bir kanıt bulunamayınca, kitle imha silahları yalanı ortaya atıldı. İşgal bu yalan temelinde gerçekleştirildi. Ama yalancının mumu işgalden sonra söndü. Bunun üzerine Saddam ve ailesinin bir tür vampir ailesi olarak temsiline sıra geldi. Saddam ve ailesi hiç kuşkusuz bir tür vampirdiler ama Batının vampirleri (petrol şirketleri, silah şirketleri…) yanında sivrisinek kalırlar.” Bu alıntıda sözü geçen ve geçmeyen pek çok problemli yönü ile böyle bir festivalde neden bu filmi gördük sorusunu sordurtuyor.
Neyse ki bu filmin hemen sonrasındaki gösterim, sessiz sinemaya saygı duruşu niteliğindeki The Artist idi ve yüzler güldü. Charlie Chaplin’in «Sesli sinemaya geçildi, sinemanın şiiri öldü’ sözünü anımsatırcasına bir saygı duruşu. Film sessiz sinemanın son efsanesi Valentin hakkındaydı, 2011 yapımıydı ve tamamen sessiz film formatında, siyah & beyaz çekilmişti tamamen. Yan rollerde John Goodman da hediyesi.
Son gün, son üç filmden Tehlikeli İlişki – A Dangerous Method benim için festivalin ikinci büyük hayal kırıklığıydı. Belki beklenti büyüktü, büyük bir yönetmenin, David Cronenberg’in son filmiydi, festivalin en güçlü iki yapımının ardından gösterilmişti.. Dünya prömiyeri Eylül ayında Venedik Film Festivali’nde yapılan film, psikolojinin iki büyük öncüsü Carl Jung ve Sigmund Freud arasındaki dostluğun nasıl bozulduğunu anlatıyor. Diyaloglar yer yer iyi olsa da, oyuncular yetenekli olarak bilinen aktör ve aktristler olsa da filmi kurtaramıyor, kendi oyunculuk tarihlerinde kötü birer performans sergiliyorlar. İsmindeki gibi tehlikeli sularda geziniyor film, herkesin az çok fikir sahibi olduğu psikolojinin bu çok önemli isimlerini tüm boyutlarıyla ele almak bir filmin olanaklarında güçtür, ancak aradığımı derinlik ve bağlantıları bulamıyoruz, oldukça yavan bir anlatım eşliğinde. Filmin sonundaki yazılarda tüm karakterlerin hayatının sonundan bahsedilirken Freud ve Sabina Spielrein’ın sonları ile Carl Jung’un ölümlerinin nasıl gerçekleştiği aktarılırken seçilen ifadeler arasındaki uçurum ilginçti.
Melankoli – Melancholia en çok heyecanla beklenen festival filmiydi, tüm biletler tükenmişti, bileti önceden almak çok yerinde olmuştu. Kanımca, Lars Von Trier; kendine rağmen kendini yok edemeyecek kadar iyi bir yönetmen. Aslında madem ki bu bir üçlemenin ikinci filmi; en azından üçüncüsünü o çekmeden, biz görmeden konuşmamak gerekir (ilki Antichrist) ancak bağımsız olarak düşünelim şimdilik: bu gerçekten çok başarılı bir sinema eseri. Film hakkında fazla ayrıntı vermemek daha doğru görünüyor, yakında vizyonda ve DVD olarak ulaşılabilir her yerde olacaktır. Filmin iki ana karakteri iki kızkardaş: Justine ve Claire. Justin depresyonda bir kadınken, ablası Claire sözümona ‘normal’ olandır. Justine’in düğün günü geldiğinde bütün aile şatafatlı tören için malikanede toplanır ve düğün partisi sürerken Trier’in tipik aile arızaları da ortaya çıkmaya başlar. Üstelik, Melancholia adlı gezegen, güneşin arkasında görülmediği yerden çıkmış dünyaya doğru gelmektedir. Yaklaşan kıyameti herkes kendine göre karşılayacaktır. Melankoli, depresyon sözcüklerine hayatında yer olmayanlar filmin içine girmekte zorlanacak, hatta belki katlanamayacaktır. Ancak onlar dahi, görselliğine o kadar hayran kalacak ki, yutkunup yutkunup konuşamayacaklar zannımca filmden çıktıkları ilk on dakika boyunca, ya da filmi izledikten günler sonra bile akşamları yatağa uzandıklarında filmden kareler gözlerinin önüne gelecektir. Antichrist ile kadın düşmanlığı, Cannes’daki sözleriyle Nazi sempatizanlığı suçlamaları ile karşı karşıya kalan Trier, bu filmde suçlama yerine övgülerle karşılaşacak gibi görünüyor, hatta ‘kendini akladığı’ film olarak görenler de var bu son filmini.
Her festival izleyicisinin bir ‘gönlünün birincisi’ vardır sanırım, ben de benimkini en sona bıraktım: Peki Şimdi Nereye? – Et Maintenant, On Va Ou. Nadine Labaki’nin senaryosunu yazıp, yönetmenliğini üstlendiği son filmi (önceki filmi Karamel çok beğeni toplamıştı), dinsel çatışmalar ve savaşın anlamsızlığını kadınların kıvrak zekası üzerinden eleştiriyor. Labaki’nin mizah ve kara mizah dolu samimi filmi, memleketi Lübnan’da hiçliğin ortasındaki küçük bir köyde geçiyor. Savaşın ardından yaralarını sarmaya çalışan köylüler Müslümanı, Hıristiyanı, huzur içinde, omuz omuza birlikteliklerini sürdürmektedir. Ne var ki, ülke çapındaki dini çatışma haberleri, zaten hassas olan dengeleri bozmak üzeredir. Erkeklerin şiddet girdabına kapılmamaları için kadınlar her şeyi göze alacaktır. Ne yapıp yapıp bu filmi görün ve siz karar verin. Çok zekiceydi, çok komikti, çok dokunaklıydı, çok duygu doluydu ve netti. Çok buralıydı (evet buralı). Çok yalındı. Hakikaten alkışlanasıydı. Cannes´da dakikalarca ayakta alkışlanmış, burada da onları asla duymayacak da olsalar filmi yapanları alkışlayan Türk izleyicisine -uçak indiğinde pilotu alkışlayan 70´li yıllar yolcuları misali- güldürmeyecek, kızdırmayacak denli ayakta alkışlanası!