En son veriler, dünya ekonomisinin hızla belirsizliklere, kaosa doğru ilerlediğine işaret etmektedir.
Geçtiğimiz eylül ayı dünya borsaları için 2008’den bu yana en kötü ay olmuştur.
2009’da başlayan toparlanmanın zirve yaptığı temmuz ayından bu yana yaşanan gerileme, Dow Jones’ta %14.5, FT %15.4, Dax ve Cac 40’ta %30’a ulaşmaktadır.
Finans piyasalarının akıldışı, sürü refleksiyle davrandığı, yüksek hacimli işlemlerin dalgalanmaları büyüttüğü aşikar, ancak bu gerileme ve korku yersiz değil.
ABD FED Başkanı Bernanke’nin, Dünya Bankası Başkanı Zoellick’in, IMF Başkanı Lagarde’ın geçen ay medyaya aktarılan demeçlerine bakmak yeterli.
Bernanke «riskler belirgin biçimde arttı” dedi ve 400 mia dolarlık uzun dönemli hazine tahvili satın alacağını açıkladı.
«İkinci bir resesyonun gerçekleşmeyeceğine ilişkin inancım hergün biraz daha zayıflıyor” diyen Zoellick’e göre ‘küresel ekonomi tehlikeli bölgeye girmiştir’.
IMF Başkanı Lagarde ise «dünya ekonomisi tehlikeli bir safhaya girdi” beyanıyla durumun ciddiyetini anlatmaktadır.
Şu an dünya ekonomisi iki parçadan oluşuyor. Batı resesyonda, hatta çalışanlar depresyonda. Buna karşılık dünya ekonomisinin yarısını, nüfusunun çoğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler, 2007’den bu yana kriz boyunca yüzde 10’a varan hızlarda büyümeye devam ediyorlar. Buna karşılık egemen ekonomik model, siyasi, asker iktidarının dağılımı hala batının damgasını taşıyor.
Bu durumda ve bu kurallar çerçevesinde krizden çıkmak, Batı’nın egemenliğinin korunması anlamını taşımaktadır.
Orkestranın bir bölümü bu parçayı çalmak istemiyor. Krizden çıkarken güçler dengesinin yeniden düzenlenmesi, oyun kurallarının değişmesi gerekiyor.Ama nasıl?
Bu soru ne zaman gündeme gelse, söz de dönüp dolaşıp savaş konusuna geliyor.
Bugün ortada yeni bir sermaye birikim rejiminin şekillenmeye başladığına ilişkin belirtiler yoktur.
Bu yüzden olası bir savaş, ekolojik ve insani faturası bir yana, kapitalizmi yapısal krizinden çıkaramaz; yalnızca yıkım, sömürgecilik, totaliter rejimler, daha derin krizler anlamına gelir.
Böyle bir konjonktürde Türkiye’de gelinen noktada; tümüyle en tepedeki tek kişiye bağlı yapılar, demokratik kurumların yerini almış bulunuyor. Ne düşünce özgürlüğü güvence altına alınıyor, ne de aklın özgürleşmesi akla geliyor. Giderek hızla laiklikten uzaklaşan bu siyasal yapı, bu sanal demokrasi, ülke içinde ve dışında allanıp pullanıp Türkiye demokrasisi diye satılıyor.
Dünya ve Türkiye için aydınlık bir ay dileklerimle.