Doğala Ergi, Yapaya Yergi mi? Yoksa Tam Tersi mi?

Günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız bir felsefe taktiği var, İngilizcede “appeal to nature” diyorlar. “Doğaya sığınmak” diye çevirebiliriz. Taktik kısaca şuna dayanıyor: “A doğaldır, öyleyse A ahlaken de doğru olandır.” “A” burada bir düşünce, nesne, eylem, yani aslında her şey olabilir. Tam tersi de bu taktikte kullanılır: “B doğal değildir, öyleyse B ahlaken de yanlış olandır.” Kısacası doğa ne derse odur, mantığı. Farkında olmadan bu mantık birçok davranışımızı derinden etkiliyor, tartışma biçimlerimizi şekillendiriyor.

Bir tartışmada iki taraf da kullanabilir. Örneğin kırmızı et tüketmek isteyen biriyle bir veganın tartışmasını düşünelim. Et yiyen insan pekâlâ şöyle diyebilir: “Doğada bir sürü hayvan başka hayvanları yiyor, üstelik bizim atalarımız da bunu yapıyormuş, bundan daha doğal ne olabilir ki? Et yemek doğaldır, öyleyse et yemem ahlâken doğrudur ya da en azından ahlâken yanlış bir tarafı yoktur, diyebiliriz (bu ikisi arasındaki fark bir hayli ince ama aynı zamanda pek çok tartışmanın da kilidi). Öte yandan, karşı taraf da şunu öne sürebilir: “Doğada çoğu hayvan ihtiyaç duymadığı sürece bir başka hayvanı keyfe keder öldürmüyor. Bugünün koşullarında, kırmızı et tüketmeye ihtiyacımız yok. Öyleyse, kırmızı et tüketmek artık doğal sayılamaz. Öyleyse, kırmızı et tüketmek ahlâken yanlıştır.” İkisi de ikna edici görünüyor. Üstelik ikisi de güya aynı mantıkla üzerimize yürüyor: doğada böyle. Halbuki başka bir soru sormak da mümkün: Bir şeyin doğal olması ya da doğada bulunuyor olması, o şeyi iyi yapıyor mu? Doğal olanla iyi olan arasında nasıl bir ilişki vardır? Doğal olanın iyi olduğu inancını hadi diyelim kabul ettik; bu, doğal olmayanın kötü olduğuna dair bir ilişkiyi de beraberinde getirir mi? Daha da esaslı bir soru ise doğal olanı nasıl belirleriz? Bir de elbette felsefî soruların şahı, doğal olanın özü nedir?

Amma caz yaptın diyeceksiniz, haklısınız. Fakat bu cazı sadece ben yapmıyorum. Doğal-yapay ilişkisi aslında her türlü tartışmamızı etkiliyor. Hatırlyacaksınız, kapitalizmin veya sosyalizmin insan doğasına uygun ya da ters olduğu söyleyenler vardı, hâlâ varlar. Eşcinselliğin doğal olup olmadığından bu kadar büyük şehirlerde yaşamanın doğal olup olmadığına, tarımın nasıl yapılması gerektiğinden eğitime kadar çok temel toplumsal sorunlarımızı hep doğaya referansla çözmeye, hiç olmazsa çözümlemeye çalışıyoruz. Kuşkuşuz doğa çok iyi bir rehber. Hem bazı şeylerin nasıl yapılması gerektiğini doğadan öğreniyoruz hem de bize neyin iyi veya kötü geldiğine dair makul bir fikir sahibi oluyoruz. Bu anlamda doğadan kopuk bir insan hayali bilim kurgunun bile sınırlarını zorluyor. Fakat bu biraz da doğa kavramının muğlaklığıyla da ilgili. Doğal olan nedir?

Örneğin insan yapımı şeylere “yapmak” eyleminden türetmeyle “yapay” demek bir dilsel alışkanlık. Fakat yapay olanın doğal olana ters düştüğüne emin miyiz? Eğer öyleyse, insana “doğal” demek abes kaçmıyor mu? Yani demem o ki, neyin doğal olup neyin olmadığını bilmek, bunları birbirinden ayırmak konusunda çok da sağlam bir yöntemimiz yok. Bu yöntem eksikliği, tartışmaları da verimsizleştiriyor. Bugün beton binalara bakıp üzülüyor, taş veya ahşap evlerin ne kadar güzel olduğundan dem vuruyoruz. Taş ve ahşap evler daha doğal geliyor belli kl, halbuki bunun için özel bir nedenimiz yok. Teknolojik basamakta ahşap evler daha geride olduğu için daha masum geliyor belki. Suçlayabilir miyiz böyle düşünenleri? Teknoloji geliştikçe sorunlar da çoğaldı. Fakat sorunlarla birlikte çözümlerimiz de. Sorunlara bakarak geriye dönmeyi istemek, “doğala dönüş” ise, doğal olan nostaljik olandan ibarettir. Çünkü kimse eskiye dönmek isterken veremden, dizanteriden, boğmacadan veya ufak bir kesikten ölenleri hatırlamak istemiyor. “Eski” olanı “doğal” olanla, “doğal” olanı da “iyi” olanla özdeşleştirince ortaya primitivizm, yani ilkelcilik çıkıyor. Bu ilkelcilik hiç kuşkusuz geriye dönük özlemle ya da bugüne dair nefretle ilişkili, çoğunlukla her ikisiyle birden.

Woody Allen’ın “Midnight in Paris” [Paris’te Gece Yarısı] filmi bu ironiye incelikle parmak basar. Filmde sürekli geriye dönüş teması işlenir. Bir karakter zamanda geriye gider ve kendi zamanının tüm kötülüklerinden, sefaletinden ve umutsuzluklarından arınıverir. İşin tuhaf tarafı, o zamanda yaşayan herkesin de kendisi kadar mutlu olmasını beklerken, kendisini mutlu eden o güzel geçmiş zamanda zaten yaşamış olanlar da bir önceki geçmiş zamana gitmek istediğini fark eder. Kısacası herkes bir önceki zamana dönmek ister. Halbuki geçmişe dönüş nadiren bir kurtuluş sunuyor, en iyi ihtimalle bir geçiştirme işlevi görüyor.

Elbette, her doğaya dönmek isteyenin bir “geçmiş özlemi” içinde olduğunu söylemek güç. Bazen doğal olan, eski olanla değil de “sosyal olarak inşa edilmemiş” olanla eşleştiriliyor. “Toplumsal inşa”, toplumsal yapı”, “yapısallık” bu çağın en çok konuşulan terimleri oldu nitekim. Sorunun “teknoloji” değil de teknolojiyle beraber gelen, modernizmin dayattığı bir toplumsal formasyon olduğu çok genel kabul gördü. O kadar ki postmodern literatürün bazı cenahları bu toplumsal formasyonu kurduğu gerekçesiyle aydınlanmaya ve modernizmin temel ölçütlerine itiraz ettiler. Yani toplumun çoğunlukla asimetrik, hatta hemen her zaman baskıcı norm-inşasının doğal olanı yıprattığı görüşü yaygınlık kazandı.

Fakat bugün modernizmden ve bazı aydınlanma (bu ille de Avrupa-merkezci bir aydınlanma anlayışı olmak zorunda değil tabii ki) değerlerinden vazgeçmek istemiyorsak çok önemli iki soru karşımızda duruyor: İlki, toplumsal olarak inşa edilmiş olan, toplumsal olarak ortaya konmuş olan şeyler yapay mıdır? Bunların doğal olmadığını söylemek için “insan yapımı her şey yapaydır” gibi keyfî bir önkabul dışında bir gerekçemiz var mı? İkincisi soru ise, diyelim toplumsal inşalar yapay şeyler, bu gerçekten de toplumsal olanın kötü olduğu anlamına mı geliyor? Kunduzun yaptığı baraj ile insanın yaptığı ceza kanunu arasında “temel olarak”, öz bakımından bir fark var mı?

Eğer bu sorulara yanıt verebilrsek, bugünün modernizm tartışmalarına daha iyi ışık tutabileceğiz sanırım. İki temel soruyu tekrarlamak lazım: Modernizm doğal olanı bozdu mu? Bozduysa, bu bir sorun mu?

Bunları da sevebilirsiniz