Yedinci Mühür İncelemesi

Filmin Künyesi

Filmin adı: Det sjunde inseglet / The Seventh Seal / Yedinci Mühür

Yönetmen: Ingmar Bergman

Ülke: İsveç

Tür: Dram, Fantastik

Vizyon Tarihi: 16 Şubat 1957

Süre: 96 dakika

Dil: İsveççe, Latince

Oyuncular

Max von Sydow

Bibi Andersson

Gunnar Björnstrand

Nils Poppe

Bengt Ekerot

Inga Landgré

Filmin İncelemesi

Haçlı Seferi’nden dönen Antonius Block (Max von Sydow) Ölüm’le karşılaşır. Henüz ölmeye hazır olmadığını düşünen Block, Ölüm’ü satranç oynamaya davet eder. Şayet onu yenerse daha fazla yaşamaya hak kazanacaktır.

Ingmar Bergman’ın filmografisini ikiye ayıracak olursak Det sjunde inseglet (Yedinci Mühür, 1957)’i bir kapı olarak kullanabiliriz. Yönetmenin insanı pek zorlamayan ve dünyevi öyküler anlatan erken dönem filmleri ile kasvetli fakat manevi ikinci dönem filmleri arasında geçişi sağlayan portaldan farklı değildir. Öte yandan öyküsel olarak da ölüm ile yaşamın kesiştiği noktada bulunuyor olsa da yönetmenin kendi hayatından da paydaş bir dağılım sunar. Filmi izlerken Bergman’ın çocukluğundan kalma kukla tiyatrosu ve sirk merakını* ve yaşlılığın getirdiği ölüm korkusunu aynı anda hissedebiliyorsunuz. Bu yüzden olsa gerek Det sjunde inseglet, sanki çocuk Bergman ile yetişkin Bergman’ın ortaklaşa çektiği çok yönetmenli bir film gibi. Kimi zaman nedensiz yere naif, kimi zamansa abartılı biçimde karamsar bir film bu! Uyandırdığı bu karışık duygularla da Antonius Block’un tercümanı adeta.

Bir şövalye olarak harcadığı ömrünün boş yere / yanlış kararlarla gittiği endişesini taşıyan Antonius Block, Ölüm’le satranç oynayarak kendisine biraz zaman kazanır. Tanrı’ya ve ölümden sonra ne olacağına dair içerisinde taşıdığı karanlığı bir türlü aydınlatamayan şövalye, şaşırtıcı bir biçimde diğer karakterlerden daha az korkmaktadır ölümden. Çünkü onun sancısı geçmişe dair duyduğu pişmanlıktan husule gelmektedir. Öldükten sonra ne olacağıyla ilgilenmez, ölene dek ne yaptığıyla hesaplaşmadır Block’un içerisinde olduğu. Bir tür vicdanına meşruiyet kazandırma çabası.

Günümüzde cesetleri soyarak yaşamını devam ettiren fakat geçmişte -sözde- tanrının adamı olan birisine inanarak Haçlı Seferi’ne katılmış olması Block’un akıttığı kanların hayali bir kahraman (tanrı) için olabileceği fikrini daha da sağlamlaştırır. Ortalıkta kol gezen veba ise sanki yaptığı hatanın vicdani bir neticesi / soyut bir yansıması gibidir. Tanrı için kılıcını kınından çıkartanların mükafatı bu olmamalıdır neticede. Tüm ömrünün bir hiçe aldanarak geçip geçmediği merakıysa gerektiğinde onu Şeytan’dan bile havadis alma çabasına düşürecek kadar yoğundur. Şeytanla konuştuğunu iddia etse de bariz biçimde deli bir kadının sözlerine inanabilecek kadar zayıf düşer ruhu. Nitekim ne Şeytan’a ne de Tanrı’ya ulaşabilir.

Halbuki ölüm meleği Azrail de filmde sorgulanan dinin bir parçası olmasına karşın Bergman, Şeytan’dan ve Tanrı’dan farklı olarak onu kanlı canlı göstermeyi tercih eder. İşin aslı bu bir çelişkiden ziyade yönetmenin ölümü yorumlama biçimidir. Filmdeki Ölüm, kutsal kitaplardan bildiğimiz bir ölüm meleği değildir. Ölümün kendisidir. Ne Şeytan, ne de Tanrı’nın varlığı ulaşılabilir iken o, varlığı dahi sorgulanmayan bariz bir hakikat olarak gösterilir. Her görüldüğü yerde adeta bekleniyormuş gibi karşılanır. Üstelik hem umulmadık biçimde kutsal kitaplarda tasvir edilenden daha az korkunç (testereyle ağaç keserek adam öldürmek gibi absürt yöntemleri vardır) hem de merhametlidir. Yine İsveç sinemasının en önemli örneklerinden Körkarlen (Hayalet Araba, 1921)’den esinlendiğini Ingmar Bergman itiraf etse de söz konusu film tarafından hafızamıza işlenen “at arabalı ölüm meleği“ imgesi de zıt yönlü yeniden kurulur. At arabası, Det sjunde inseglet’te ölüm getirmez aksine ölümden korunmak, kaçmak için kullanılır. Böylesine farklı bir Azrail yorumlaması olmasına karşın çoğu sahne ve kostümlerin arketipleşmesi de tuhaftır fakat anlaşılmaz da değildir doğrusu…

Antonius Block, yol arkadaşlarıyla birlikte en nihayetinde “eve” vardığındaysa Ölüm’le son bir kez daha karşılaşır. Orada yine ne Tanrı ne de Şeytan vardır. Yönetmen ölümün insanın tek yuvası olduğunu, dönüp dolaşıp ona gideceğimizi söylemek ister gibi filmin doruk noktasında mekan olarak bir evi tercih eder. Onları dans ederek ölüme giderken gören oyuncu Jof da aslında Bergman’ın sürpriz biçimde hayaletlere inanan yanını görmemizi sağlar. Aslında hemen her karakter yönetmenin bir yanını temsil ederken, ağızlarından çıkan her cümlenin de aslında doğrudan Bergman’ın ağzından çıktığını hissedebilirsiniz. Dönem içerisinde yaygın olan varoluşçuluk ekolünden giden filmin bu farklı söylevleriyle ekole tam ayak uyduramadığıysa açık ve nettir. Neticede öykünün sacayağını oluşturan üç karakterden teki kesinkes tanrıya inanmaz, birinin kafası hala karışıktır, diğeriyse inanmakla kalmayıp inandığı şeyleri gördüğünü iddia etmektedir.

Yönetmenin kafa karışıklığı kuşkusuz tanrı olgusunu tartışmaya açan filmler arasında bu yapımın çok farklı bir yerde olmasını sağlıyor. Tam olarak belli bir kalıba sığmayan, ortaya fikirleri atan ve gerisini izleyiciye bırakan bir filme dönüşüyor Det sjunde inseglet haliyle. Dahası yönetmenin yalnızca düşünsel değil, filmin yan öykülerinde de aynı çeşitliliği kullanması filmin yavan bir din eleştirisi olarak kalmasına da engel oluyor. Gezici kumpanyanın eğlenceli gösterisinin ölüm, korku ve tehdit saçan bir takım koyu inançlılar tarafından bölünmesi; bir yanda veba salgın halinde ilerlerken öte yanda insanların bundan habersiz gibi mutlu ve doğayla iç içe bir hayat sürmeleri gibi çok zıt ama her nasıl oluyorsa aynı evrene ait gibi duran sahneler fantastik de olsa kendi içerisinde gerçekçi bir dünya tasviri oluşturuyor. Dolayısıyla çoklu kişilik bozukluğu ürünü gibi duran bu film, usta yönetmenin düpedüz tanrıya karşı olmasa da dinlere duyduğu nefreti göstermesi; buna karşın hayatın güzelliklerini, aile yaşamını, doğayı övmesi için de iyi -değerlendirilmiş- bir fırsat!

Esasen filmin çekildiği dönem Soğuk Savaş’ın etkilerinin en yoğun hissedildiği yıllardı ve insanlarda bir nükleer savaş korkusu vardı ve filmde tasvir edilen veba salgını da söz konusu nükleer savaşın bir alegorisi olarak yorumlandı. Bu yorum da filmin etkileyiciliğine ve başarısına neden olarak gösterildi ancak Det sjunde inseglet; basitçe ve olabilecek en samimi biçimde bir yönetmenin içini kameraya dökmesinden ötürü başarılıydı. Varolmanın dayanılmaz anlamsızlığına dair adeta “kutsal” bir metne dönen filmin günümüzde hala etkisini yitirmemesinin de daha iyi bir nedeni olamazdı zaten.

Bunları da sevebilirsiniz