Türkçesi Ne Ola?

Bilim sanat fark etmez, tüm disiplinler öyle çok yabancı terim kullanıyor ki bunların hepsine birer Türkçe karşılık bulmak çok zor iş. Bulmak gerekir mi, bu da tartışma konusu tabii ama ben bulmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Siyaset bilimi ve ekonomide kullanılan aşırı havalı kelimeler var: konsolidasyon, konjonktür, kontekst, tahakküm, odur budur. Bunlar iyi kötü Türkçede artık yer etmiş olanlar. Bir de cümle içinde “tam Türkçe karşılığı yok” diye kullandığımız bir sürü başka kelime.

Şimdi sizi bir entelektüel tartışma simülasyonuna sokacağım, hazır olun. Bir kelime düşünün, mesela “resilience” olsun. “Resilience” İngilizce, “direnç, değişime uyum sağlayabilme, ayakta kalabilme, mukavemet” demek. Doğrudan “direnç, direniş” anlamına gelen “resistance” ile sesletim bakımından benziyor fakat bambaşka köklerden geliyorlar. Latince zıplamak anlamındaki “salire” eyleminin “re”lisi yani yeniden yapılanı. “Resalire”, yeniden zıplamak!

Yükselen, göze çarpan, zıplamış” anlamında “salient”; zıplayan anlamında “salmon” yani somon balığı; birine hakaret etmek anlamında “insult” sözleri de buradan geliyor “birinin üzerine zıplamak, çullanmak” demeye getirmişler. Tavayla yemek yaparken sürekli yemeği atıp tutmak, zıplatmak, karıştırmak ihtiyacından dolayı da bir şeyleri “sote”lemek demişler. “Hücum etmek, saldırmak” anlamında “assault” da yine buradan. Görüldüğü üzere bir “zıplamak” sözcüğünden neler türetilmiş. İstiyorlar ki bu kavramların hepsine bambaşka köklerden sözcük türetelim. Ama işte, kökler tanıdık gelince, sözcükler o kadar da haşmetli gelmiyor. “Omnibus” biliyorsunuz Latince “herkese, herkes için” demek. Uzun süre herkesin binebildiği kamuya ait araçlara da “omnibus” deniyor, gayet mantıklı. Sonraları herhalde “omnibus” demek zor gelmiş, “bus” biçiminde kısaltılıyor. Böyle düşününce komik değil mi? “Oturgaçlı götürgeç” türetmesine falan rahmet okutur. Ama böyle işte. Kökünü bilince komik geliyor. “Bilgisayar” da ilk kez duyunca komik bir söz ama hiç gülen duymadım. Aksine bugün “kompüter” diyen başka Türk dillerini biraz garipsiyoruz. Doğallaşmış çünkü. Belki de zamanında “ekskavatör” sözü yerine de “kazaratar” kullanılsa şimdi “kazaratar” komik gelmezdi, kim bilir?

Biz “resilience” sözcüğüne dönelim çünkü amacım etimoloji değil, Türkçe sosyal bilimler konuşmak. Yani bu kadar abartılan, yere göğe sığdırılamayan, Türkçesi bulunamaz kelime hepi topu “yeniden zıplamak” demek. Bildiğimiz hacıyatmaz yani. “Direnç” denince katı, eğilmez, bükülmez, kırılmaz bir şeyden bahsediyor olabiliriz. “Resilience” denince ise daha çok eğilse de bükülse de kıvrılsa da bir durumu atlatan bir şeyden bahsediyoruz. Genelde siyaset biliminde kurumları anlatmak için kullandığımız bir tabir. Örneğin sosyal devleti anlatırken hep bunu kullanıyorlar: beli bile kırılsa, üstünden Thatcher’la Reagan bile geçse bir biçimde sosyal devlet aslında sosyal devlet olarak kalıyor. Ya da neoliberal düzenin yerleşmesi sonrası devlet için de aynısı kullanılıyor. “Aman bitti, gitti” dendiği her an kamu gücü ve devlet bir yerden çıkıyor, “yeniden zıplıyor” yani.

Asıl anlamı “yeniden zıplamak” fakat mecazen “her şeyi atlatan, her şeye direnen” anlamında bir sözcük. Türkçesini bulmak için kaç sosyal bilimci dirsek çürüttü bilemezsiniz. “Direnç” desek? Yok direnç olmaz. E, “direnim” desek? O da tam karşılamıyor gibi. Bu “tam karşılamak” sözü öyle sinsi, öyle gizli gizli dilin altını oyan bir şey ki. Sanki “apple” sözcüğü “elmayı”, “champignon” sözcüğü “mantarı” tam karşılıyormuş gibi. Kulağa yabancı gelen ve dolayısıyla “kökenini” bilmediğimiz sözcüklerin bir çekiciliği var. Pek çok konuda istemeden bu akıma kapılıyoruz. Eskiden çok fenaydım bu konuda, oradan biliyorum. Sonradan fark ettim ne tuhaf bir iş olduğunu.

İki üç sene içerisinde “resilient” sözcüğüne pek çok karşılık getirmeye çalıştım, üzerinde çalıştığım konular için hakikaten önemli bir sözcük çünkü. Alanda çalışan farklı insanlara farklı zamanlarda teklifler götürdüm. “Direnç”, “direnim”, “direngenlik”. Bunlar kabul olmadı. Peki dedim, Arapçasından gidelim, “mukavim” diyelim? O da olmazmış, çok eski. En son radikal bir teklifle geldim, dedim ki fonetik olarak Fransızca kelimelere zaten eğilimliyiz, “rezilyans” diyelim, kurtulalım. Yıllarca bir sürü usta televizyona çıkıp “makinemizin rezistansının kireçlendiğinden” bahsetmedi mi? Eminim Anadolu’nun ücra yerlerinde bile “rezistans” kelimesinden haberdar pek çok insan vardır. Rezistansı bilen, “rezilyansı” da öğrenir. O da pek tutmadı. Hiç Türkçe değilmiş. “Hacıyatmaz” teklifini de gündeme getirdim. Eğilip bükülen, baskıya boyun eğiyormuş gibi duran ama her an her yerden yeniden fırlayabilen bir oyuncak işte. Daha güzel karşılık mı olur? O hiç kabul olmadı. “Hacı” sözcüğü mü rahatsız etti, yoksa sosyal bilimlere oyuncak sanayiinden sözcük ithal etme çabam mı diye düşünürken sorunun daha derinlerde olduğu kanısına vardım.

Sonradan fark ettim, mesele Öztürkçecilik, Frenkçilik veya Arapçacılık değilmiş. Eskiden kavganın bunların kavgası olduğunu düşünüyordum. Dili saf tutmaya çalışan dilbilimsel muhafazakârlar ile dile Arapçadan nakil yapmak isteyen toplumsal muhafazakârlar ve Batıdan gümrüksüz ithalat yapan insanlar arasında muazzam bir dil kavgası olduğu fikri kafamda çok netti. Şimdi hiç öyle olmadığını fark ediyorum. Mesele daha da basit bir kompleks sanırım. Kendimize güvenmiyoruz. Kendi sözcüklerimizin tornadan geçmemiş olduğundan, kitaplarda yer etmediğinden korkuyoruz. Ya da bize böyle geliyor. “Buna da böyle denmez herhalde” diyoruz ve başka sözcüğü kullanmaya devam ediyoruz. Mistik, gizemli, dumanlı bir havası var yabancı sözcüklerin: “Rezilyans” deyince, “konjonktür”, “hakikat”, “pejmürde” deyince daha farklı bir anlam aktardığımızı düşünüyoruz. Belki de böyledir. Bu kadar eleştirdiğime aldanmayın, bazen ben de büyüsüne kapılıp gidiyorum. Fakat bu “anlamın biricikliği” durumu Türkçe için de geçerli. “Bir iki saate yanınıza damlarım” demeyi hadi bir yabancıya anlat bakalım. Hadi bir Divan şiiri çevirin de “anlamı da tam aktardım” deyin. Kimse demez. Niyeyse bu “tam karşılamıyor” serzenişi hep tek yönlü. Türkçeyi övmek için kullanıldığını pek işitmedim, genelde yermek için.

Hemen örnek vereyim. Bulduğum karşılıkları beğenmeyen insanlara şunu sordum: “Direnç” kelimesini İngilizceye çevirir misin? “Memnuniyetle”, dediler, “resistance”. “Direnişi” de bir çevir sana zahmet. “Resistance”. İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer: “Direnç” ve “direniş” kelimeleri İngilizcede aynı kelime ile karşılanacaksa İngilizce sosyal bilimler biraz eksik mi kaldı? İngilizce sosyal bilimlerin kalbi kırık, gönlü darda mı şimdi? Hiç de öyle değil gibi görünüyor. İngilizce sosyal bilimler yazını bugün hâlâ dünyanın açık ara en üretkeni, en çok okunanı ve en etkilisi. Elin sosyal bilimcisi “yeniden zıplamak” diyecek, biz de 25 tane sözcüğün hiçbiriyle bu anlamı karşılayamadığımızı düşüneceğiz, öyle mi? Bazı komplekslerimizi aşıp bu topraklar için çözüm üretmek lazım. Fakat sanki bu “dilbilimsel” değil, toplumsal bir sorun, bu nedenle çözümü de dilbilimsel değil, toplumsal olmalı. Hoş ben ancak dille ilgili çözümleri uygulayabiliyorum, toplumsala yapacak bir şeyim yok çünkü.

Toplumsal olana hemen çözüm bulunmuyorsa ne yapmak lazım? Umutsuz fildişi entelektüelleri gibi “zaman bizi anlamıyor” mu demek lazım? Asla. Dünyanın tüm dilleri harika, hepsinin yapılarını, sözcüklerini öğrendikçe insan hayran oluyor. Dolayısıyla Türkçenin bir dilden daha üstün ya da daha zayıf olduğu düşüncesini bir kenara bırakmak lazım. Aşağılık kompleksi kadar törpülenmemiş bir dil milliyetçiliği de bizi atalete itiyor. Türkçe, onu işleyen varsa güçlü, onu kullanan varsa dinamik. Kimse Türkçenin kendisinden mucizeler beklemesin. Gereken, Türkçeyi olduğu gibi kabul edip bilim ve sanat dilini kuvvetlendirmeye çalışmak. “O onu tam karşılamıyor” diye mızıkçılık yapmadan, “ama bak şurada şöyle nüans var” diye yapay tartışmalar çıkarmadan, “Türkçe de bilim dili değil yahu” diye yılgınlık yemeden çalışıp üretmek, yeni ve eski her türlü meseleyi yeni kavramlarla düşünmek. İhtiyaç olan bence budur. İsteyen Arapça ve Farsçadan katsın, isteyen Roman, Cermen dillerinden. Hatta Türkçeyle tarihsel olarak pek de etkileşime girmemiş Bantu veya Dravid dillerini de dileyen getirsin, onlar da kabulümüzdür. Türkçenin bu anlamda “rezilyansı” ve rezistansı pek kuvvetlidir, kaç bin yıldır kaç dille kaynaşmıştır da temel dil bilgisini, biçemini korumuştur. Arada o yana bu yana eğilir de sonra “yeniden zıplayıverir”. Ben bir sürü sözcüğe iyi kötü, şöyle ya da böyle, bazen karmaşık bazen sade, bazen Öztürkçe bazen yabancı karşılıklar bulmaya devam edeceğim efen’m, sizi de beklerim.

Bunları da sevebilirsiniz