Birçok Kişi NATO’nun Genişleme Politikasının Savaşa Yol Açacağını Öngördü. Uyarılar Dikkate Alınmadı

Özellikle uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerine çalışan, ABD merkezli düşünce kuruluşu CATO Institute’te (CATO Enstitüsünde) kuruluşun üst düzey yöneticisi Ted Carpenter’ın bir analizi paylaşıldı. İlk olarak The Guardian gazetesinde yayımlanan makalenin dikkat çeken kısmı ise, öncelikle savaşı Rusya’nın başlattığını belirterek, savaşın başlamasında NATO’nun ve ABD’nin rolüne yaptığı vurgu. İşaret edilen sorumluluğun yadsınamaz olduğunu kabul etmekle birlikte; yazarın katılmadığım pek çok görüşü bulunuyor, bütünlüğü bozmamak adına kısaca yer vereceğim. Bununla birlikte, Batılı düşünce kuruluşları ve medyada çoğunlukla yer verilmeyen, yangına körükle giden veya gidilmesini teşvik eden anlayışın gözler önüne serilmesini değerli buluyorum. Savaşın sorumlularını, nedenlerini belirlemek, bilmeyi istemek Orta Doğu coğrafyasındaki bir ülkenin vatandaşları olan bizlerin yakın ve uzak gelecekte faydasına olabilir fakat savaşı konuşurken yaşamını yitiren, yaralanan ,evlerini terk etmek zorunda kalan Ukrayna halkının durumunu göz önünde bulunduracak kadar vicdanlı, böylesine elim bir olayda herhangi bir tarafı takım tutar gibi savunmak yerine yalnızca tam bağımsız olmasını arzuladığımız ülkemizin yanında yer almanın yeterli olacağını göz önünde bulundurabilecek kadar sağduyulu analizler yapmaya gayret etmenin doğru değerlendirmeler yapmayı kolaylaştıracağı kanaatindeyim. Bu yazının uzun bir girişi oldu fakat son olarak belirtmek istiyorum ki NATO veya Avrasya’yı desteklemek adına savaş tamtamlarının çalınabildiği koşullarda; hata payının oldukça yüksek olduğu “büyük resmi gören” çıkarımlar yapmak yerine benim yapabildiğim çıkarım, savaşın tarafları arasında sıkışıp kalmışken bile bize nefes aldıran Montrö Sözleşmesi’nde ileri görüşlülüğü somutlaşan Mustafa Kemal Atatürk’ten ve onun “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.” şiarından öğreneceklerimizin çokluğudur.

Yazının giriş kısmında Rusya’nın askeri harekâtı, halihazırda NATO ile arasındaki kaygı verici gerilimi daha da tehlikeli hale getiren bir saldırganlık eylemi olarak tanımlanıyor. Batı ile Rusya arasındaki yeni Soğuk Savaşı’n ısındığı ve Vladimir Putin’in esas sorumluluğu aldığı belirtilirken NATO’nun Rusya’ya karşı son yirmi beş yıldır süren kibirli, kulak tıkayan politikasının da sorunda büyük payı olduğuna dikkat çekiliyor.  

Varşova Paktı üyesi ülkeler olan Polonya, Çekya ve Macaristan’ın 1998 yılında NATO’ya katılması. Rusya kendilerinin coğrafi olarak izole edildiği gerekçesiyle şiddetle karşı çıkıyor.

ABD’nin çevreleme politikasının kurucu babası George Kennan 1998 yılında New York Times’a  verdiği röportajda ABD’nin ilk genişleme hamlesinin trajik bir hata olduğunu, kimsenin kimseyi tehdit etmediğini söylüyor. 

İkinci genişleme hamlesiyle yalnızca Sovyet Birliği üyesi değil aynı zamanda Çarlık Rusyası sınırları içinde yer almış üç Baltık ülkesinin üyeliğiyle birlikte NATO genişlemesinin Rusya sınırlarına kadar dayandığı saptanıyor. Putin’in 2007 Mart’ında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmayla, Rusya’nın sabrının tükenmeye başladığını gösterdiği hatırlatılıyor. Putin’in son makul uyarıyı yaptığı o konuşmasında, genişlemeyi “karşılıklı güven seviyesini düşüren ciddi bir provokasyon” olarak tanımladığı ve Batı’ya, “genişlemenin kime karşı olduğu” ve “Varşova Paktı dağıldıktan sonra Batılı ortaklarının verdiği güvencelerin neden yerine getirmediği” sorularını yönelttiğine dikkat çekiliyor.

Yazıda Hem George W Bush ve hem de Barack Obama döneminde Savunma Bakanlığı yapan Rober M. Gates hatıralarındaki Baba Bush (ismi düzelteceğim) döneminden sonra Rusya’yla ilişkilerin oldukça yanlış yönetildiğini, Romanya ve Bulgaristan’la yapılan asker sevkiyatı anlaşmalarının gereksiz bir provokasyon ve Gürcistan ile Ukrayna’yı NATO’ya katmaya çalışmanın ise tamamen aldatmaca olduğunu, Rusya’nın ulusal çıkarlarının umarsızca görmezden gelindiğini belirttiği kısımlara yer alıyor. 

Rusya’nın sözlü müdahalenin ötesine geçerek Gürcistan’daki iki bölgeyi kontrol altına almasının gerekçesinin, Gürcistan’dan Rusya birliklerine saldırı düzenlenmesi olduğu vurgulanıyor. Rusya’nın uyarı üstüne uyarı yapmasına rağmen Obama yönetiminin, Ukrayna’nın Rusya yanlısı seçilmiş Cumhurbaşkanının göstericiler tarafından devrilmesine yardımcı olarak şok edercesine bir kibirle Ukrayna’nın içişlerine müdahale ettiğini ve bunun “başlı başına küstah bir provokasyon” olduğu dile getirilirken, karşılık olarak (misilleme) Rusya’nın Kırım’ı ele geçirip ilhak etmesiyle yeni bir soğuk savaşın başladığı belirtiliyor.

Ukrayna Krizi Önlenebilir Miydi?

Yazara göre; Rusya’nın Ukrayna sınırına büyük bir askeri yığınak yaparak savaşın önlenmesine verdiği son şans olarak sağlanması istenen bazı güvenceler ise:

  • NATO’nun çeşitli güvenlik konularında garanti vermesi

  • Doğu Avrupa’daki artan askeri varlığının kapsamının azaltılması

  • Ukrayna’ya bir daha asla NATO üyeliği teklif edilmemesi

Yazıda, Biden yönetiminin Rusya’nın güvenlik ve taviz arayışına karşı umursamaz ve kaçamak tavrı sonrasında Putin’in meseleleri tırmandırmaya karar verdiğine yer verilmiş. Yazar, ABD’nin Ukrayna’yı, ittifaka üye olmasa bile, NATO’nun siyasi ve askeri piyonu haline getirmeye çalışmasının Ukrayna halkına pahalıya mal olabileceğini iddia ediyor (öne sürüyor).

Ukrayna Trajedisi

Yazara göre; tarih, ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasındaki on yıllarda Rusya’ya yaklaşımının büyük bir siyasi hata olduğunu gösterecek. NATO genişlemesinin nihayetinde Rusya’yla ilişkilerde üzüntü verici ve belki de şiddet içerecek bir kırılmaya yol açacağının tahmin edilebileceği, uyarıların ise dikkate alınmadığı ve şimdi ABD müesses nizamının önünü göremeyen ve küstah dış politikasının bedelini bizlerin ödediği vurgulanıyor.

Orta Doğu’yu Mahvedebilecek İklim Değişikliğine Karşı Hükümetlere Öneriler

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın iklim değişikliğine karşı dünya çapında en savunmasız bölgeler arasında yer aldığı  Birleşmiş Milletler iklim değişikliğine karşı dünyanın en savunmasız bölgeler arasında yer alan Orta Doğu ve Afrika’nın su kaynakları ile gıda üretim sistemlerinin ve şiddete dayalı aşırılıkçı, terör alanları üretme potansiyelinin yaratacağı yıkıcı bilançoya dikkat çekiyor. Orta Doğu’nun mevcut durumuna ilişkin birkaç saptama ise:


  • Zengin körfez ülkeleri 50 yıl içinde su kaynaklarının tükenmesi ile karşı karşıya

  • Çatışmaların sürmekte olduğu Irak’ta ortalama sıcaklık, dünya ortalamasından 2 ila 7 kat hızlı artıyor. 

  • Doğu Akdeniz’deki gıda ve su sağlama merkezlerinin bir çöküş ile karşı karşıya kalması an meselesi. 

Sorunun çözümü için hükümetlere; iklim değişikliğini, sorunlara çarpan etkisi yaratacak bir tehdit olarak görmesi ve onunla mücadelenin bir kamu politikası haline getirilmesi tavsiye ediliyor. Sosyal dokunun, tahribatı sürdürülebilecek bir unsur olduğu belirtilirken bu durumun, hükümetlerin kötüye gidişi yavaşlatacak tepki mekanizmaları kurmasını engellemeyeceği vurgulanıyor.

Dünya Bankası, iklim krizi kaynaklı su kıtlığının oluşturacağı tarım, sağlık ve gelirler üzerindeki etkiler nedeniyle 2050 yılına kadar Orta Doğu ülkelerinin GSYİH’lerinde yüzde altı ila yüzde on dördü azalma olacağı tahmin ediyor.

Bu kırmızı bayraklar, jeopolitik alevlenmeler de dahil olmak üzere, ulusal ve bölgesel istikrar için yakın vadede ciddi sonuçlara işaret ediyor. Analizde Türkiye, Fırat’a akan suyun yüzde 90’ından fazlasını ve Dicle’dekinin ise yüzde 44’ünü kontrol ettiği halde Suriye’deki çatışma ve jeopolitik kargaşayla boğuşurken su kaynaklarını silah olarak kullanmakla suçlanıyor. Aralık 2020’den bu yana Türk barajlarının, Fırat’ın Irak gibi komşu ülkelere akışını yüzde 60 oranında keserek Suriye’de gıda ve elektrik kesintilerine neden olduğu belirtiliyor ve bunun az yedi milyon insanın suya erişimini kaybetmesine neden olabilecek Irak’taki su krizini daha da ağırlaştırdığı vurgulanıyor.

Benzer şekilde, İran’daki memba barajları Dicle’nin kollarını küçülterek Irak’ın kuzeydoğusundaki Diyala nehrindeki akışı kesmesi sonucu Irak’ın İran sınırındaki Diyala eyaletinin ana su kaynağı olan Hamrin Gölü’nün suyunun yaklaşık yüzde 70’ini kaybetmesiyle eyaletin insani ve çevresel bir felakete sürüklendiğine dikkat çekiliyor.

Yazıda, yardım gruplarının, artan sıcaklıklar ve rekor düzeydeki düşük yağışlar nedeniyle Irak ve Suriye’de 12 milyondan fazla insanın su, gıda ve elektriğe erişimini kaybettiği konusunda uyarıda bulunduğu kaydedilmiş. Çölleşmenin Irak, Suriye, Ürdün ve İran’ı kasıp kavurduğu, Ürdün’deki su maliyetinin, yeraltı suyu eksikliği nedeniyle son on yılda yüzde 30 artığı bildiriliyor. Bölgedeki kırılgan ülkeler dışında, Orta Doğu’nun zengin ülkelerinin de risk altında oluşu, dünyada kişi başına en yüksek su tüketimine sahip ancak nüfus artışı ve daha yüksek iç su kullanımı nedeniyle önümüzdeki 50 yıl içinde tatlı su kaynaklarının tükenmesi riskiyle karşı karşıya olan Birleşik Arap Emirlikleri örneği ile gözler önüne serilmiş.

İklim değişikliği, sosyoekonomik kırılmaları tırmandırıp kamu kurumlarına olan güveni sarsarak güvenliği ve toplumsal dokuyu tahrip edici bir etkiye sahip olabilir. Sorun en iyi şekilde yerel, ulusal ve jeopolitik düzeyde sorunların domino etkisi yaratabilecek için bir araya gelen birbirine bağlı krizler olarak özetlenebilir. Bu, zayıflamış devlet kurumlarıyla başlar ve aşırılıkçı silahlı grupların ve suç örgütlerinin geliştiği yönetilemeyen alanlarla sona ererken, nüfusun ülke içinde yerinden edilmesine bağlı olarak, bölge ve ötesinde hiçbir ülkenin etkisinden muaf olmayacağı bir mülteci göçüne yol açar.

Su kıtlığı ve yoksulluk, insanları iş aramak için yoğun nüfuslu kasaba ve şehirlere göç etmeye zorlayarak aşırı yüklenilm,i altyapı üzerinde daha fazla maliyet ve baskı oluşturuyor. İklim krizleri ile iklim göçünün bir sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal huzursuzluk arasındaki bağ uzun zaman önce kurulmuştur. Suriye’deki iç savaş, diğer faktörlerin yanı sıra 2007’de ülkeyi vuran beş yıllık kuraklığa bağlanıyor. Kuraklığın, benzeri görülmemiş bir yoksulluk ürettiği ve Suriye’nin zaten nüfus artışının yükü altında ezilen büyük şehirlerine göçün önünü açtığına dikkat çekiliyor. . Mülteci akını ve zayıf altyapı üzerindeki baskının, 2011 ayaklanmasının merkezinde yer alan köklü itirazlardan olduğu belirtiliyor.

Devletlerin başarısızlıkları, kontrolsüz göç ve yönetilmeyen bölgeler, yoksulların kırılganlıklarından beslenen silahlı grupların ve teröristlerin güçlenmesine doğrudan olanak sağlıyor. Kötü yönetim, nüfus yoğunluğu ve artan maliyetler nedeniyle altyapının bozulması, özellikle kavurucu sıcaklıkların ve yağmur eksikliğinin mahsulün bozulmasına ve suya sınırlı erişime neden olduğu yaz aylarında yerel nüfus için savunulamaz hale gelen durumlar yaratmak üzere kesişebilir. elektrik. Bölge çapında gerçekleştirilen protestolar ve ayaklanmalarda kendini gösteren bu durumun  İran’dan Lübnan’a yönetici elitleri sarstığı bildiriliyor.

Yazara göre, bölgedeki jeopolitik gerilimler karşısında, Irak, Türkiye ve İran arasında su akışını kısıtlayan barajların inşası, su kaynaklarını silah haline getiren, gibi politikalar çatışma ihtimalini artırıyor. Ek olarak IŞİD gibi silahlı grupların, meşruiyet kazanmak veya örgütün düşmanlarını ve kontrolü altındaki ve toplulukları cezalandırmak için Suriye ve Irak’taki su altyapısının kontrolünü kullanarak su altyapısını silah olarak kullanma konusunda kayda değer bir yetenek sergilediğine; bazı durumlarda ise, suya erişimi vergilendirdiğine yer verilmiş ve IŞİD’in bir noktada, Suriye’nin elektriğinin yüzde 20’sini sağlayan ve beş milyon kişiye su sağlayan Tabka barajını kontrol ettiği  hatırlatılmış.

Stanford Üniversitesi’nin iklim değişikliğinin silahlı çatışma riskini ne kadar etkilediğini incelediği bir makalesinde; kuraklık, sel, doğal afetler ve diğer iklim değişikliklerinin geçen yüzyıldaki çatışmaların yüzde üç ila yüzde yirmisinisini etkilediği sonucuna varıldığı bilgisi paylaşılıyor. Kırılgan devletlerdeki iklim krizlerine tepki muhtemelen zayıf ve yavaş olacağı, ardından ise siyasi seçkinlere olan güvenin azalması nedeniyle militanların devlete karşı çıkmasını kolaylaştıracağı saptamasına yer verilmiş. Irak’taki Şii milisler veya Suriye’deki bazı milis grupları, coğrafi avantajlar ve su kaynakları sayesin diğer gruplar üzerinde hakimiyet kurarak, sıfır toplamlı siyasi ve güvenlik koşulları yaratarak – bazı durumlarda etnik ve mezhepsel rekabetlerle vurgulanan – kıt kaynaklar üzerindeki devlet içi çatışmalar harekete geçiyor. Analize göre her dört eyalet içi çatışmadan biri, değişen iklimden kaynaklanacak.

Ülkelere verilen tavsiyeler ise:

  • Orta Doğu hükümetleri, krizin kısa ve uzun vadeli sonuçlarını dikkate alarak ilgili tehditler hakkında nasıl karar aldıklarını yeniden ayarlamalıdır. Örneğin, Bölgedeki kırılgan ülkeler dışındaki, BAE’nin öncülüğünü yaptığı, Irak’ın Kürdistan bölgesi gibi diğerleri de aynı şeyi yapmak istiyor – ancak emisyonları ve atıkları azaltma potansiyeline sahip. Dünya Ekonomik Forumu’nun, dijital teknolojilerin küresel emisyonları yüzde 15 azaltabileceği tahmini gösteriyor ki dijitalleşme Orta Doğu’daki kurumlara iklim değişikliğinin yaratabileceği ya da ağırlaştırabileceği sosyo-ekonomik zorluklarla mücadele etmek için daha fazla alan sağlayacaktır. 

  • Sürecin bir parçası olarak, bölgesel ve uluslararası hükümetler, çok taraflı kuruluşlar ve özel sektör, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki iklimle ilgili araştırmalar için Batı’daki kurumlara ayrılan kaynaklarla karşılaştırıldığında yetersiz kalan finansmanı artırmalıdır.

***İklim değişikliği, bölgenin karşı karşıya olduğu büyüyen sorunlar listesine eklenmesi gereken başka bir sorun olarak değil, bir çatışma ve risk çarpanı olarak tanımlanana kadar ulusal gündemlerin en üstüne çıkmak için mücadele edecek. Bir çarpan olarak, halihazırda sosyo ekonomik krizler, sosyal huzursuzluk, şiddete dayalı aşırılıkçılık ve terörizmle boğuşan bir bölgede tarifsiz acılara sebep olacak bir sarsıntı potansiyeli yaratır. Araştırma ve farkındalığa yapılan bir yatırım, hükümet ve toplum içinde, kamu sektörünün reformist yaklaşımlarının yeniden düzenlenmesine izin veren ve iklim kaynakları sorunları hafifletlemeye yarayacak inovasyonları mümkün kılacak iyi yönetim stratejilerini uygulayacak bir kültürel değişimi tetikleyebilir.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da İklim Değişikliği: Mevcut Zorluklar ve Gelecek Tehlikeler

Orta Doğu ve Kuzey Afrika, dünyanın en çok su sıkıntısı çeken ve iklim değişikliği etkilerine karşı en savunmasız bölgelerinden biri. Bölge ikliminin değişikliğiyle ilgili endişeler, sadece ekonomiye ve çevreye olan etkilerini değil aynı zamanda siyasi denge ve güvenliğe yönelik potansiyel etkilerini de kapsıyor.

Yazıda, Körfez’deki Arap ülkeleri arasında, bölgenin petrol sonrası geleceğini tasavvur etmek için artan bir siyasi iradenin işaretlerinin görüldüğü saptamasına yer verilmiş ve Suudi Arabistan Veliaht Prens Muhammed bin Salman Al-Suud’un başlattığı, Krallığın hidrokarbon bağımlılığından uzaklaşma ve ekonominin diğer sektörlerinde büyümeyi teşviğe dair  planları içeren   “Vizyon 2030” programı örnek gösterilmiş. Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) geleceğe yönelik benzer ekonomik stratejiler uygulamaktadır. Petrol zengini ülkeler zenginliklerini hidrokarbon dışı sektörlere yatırım yapmak için kullanmaya çalışmalarının, net hidrokarbon ithalatçısı olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine, Körfez petrol ve gazına olan tarihsel bağımlılıklarını azaltma fırsatı vereceği belirtiliyor. Fas’ın, 2030 yılına kadar elektriğinin yarısını yenilenebilir kaynaklardan üretmeyi hedefleyen iddialı bir yenilenebilir enerji politikası izleyişinin bu amaca yönelik önemli bir örnek teşkil ettiği dile getiriliyor. Yazara göre, artık ekonomik ve siyasi gücün belirlenmesinde hidrokarbonların temel değişken olmayışı, ikili ve çok taraflı ilişkilerin yeniden yapılandırılabileceğine işaret ediyor.

Hidrokarbon bağımlılığından kurtulmaya yönelik tüm ulusal çabalara rağmen, iklim değişikliğinin bölgede önemli jeopolitik etkileri olacağına dikkat çekiliyor. Analizde, daha da gözle görülür hale gelmesi muhtemel üç konuya odaklanılmış: kuraklık, yükselen deniz seviyesi ve aşırı sıcaklık.

Kuraklık

Orta Doğu’daki kırsal topluluklar uzun zamandır hem döngüsel hem de farklı kuraklık dönemlerini hesaba katarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmış olsalar da iklim değişikliğinin bu olayların şiddetini ve sıklığını önemli ölçüde etkilemesi ve bölgede gıda üretimi için ciddi zorluklara yol açması bekleniyor.

Sıcaklık, kuraklık ve yağışlardaki düşüşün, bölgenin ekilebilir tarım alanlarını azaltması bekleniyor. Bu da yerel ve uluslararası göçe ve gıda ithalatına bağımlılığın artmasına yol açarak bölgeyi küresel gıda tedarik zincirlerine ve pazarlardaki dalgalanmalara hassas hale getirecektir. Bunun en açık örneği mevcut Ukrayna-Rusya krizidir. Bölgedeki birçok ülke, toplam buğday tüketiminin sırasıyla yüzde 22 ve yüzde 43’ünü Ukrayna’dan ithal eden Yemen ve Libya dahil olmak üzere, Ukrayna ve Rusya’dan gelen buğdaya büyük ölçüde bağımlıdır. Ayrıca 2020 ve 2021’de Mısır, buğday ithalatının yaklaşık yüzde 85’i Rusya ve Ukrayna’dan yaptı. 1977’de Mısır ve 1983’te Tunus da dahil olmak üzere bölgedeki 20. yüzyıl ‘Ekmek İsyanlarına  ve 2010-2011 Arap Ayaklanmalarının sebeplerinden olan tedarik zincirlerindeki aksaklıkların ve fiyat artışlarının önemli toplumsal huzursuzluklara yol açabileceği öngörülüyor.

Su kıtlığı aynı zamanda bölgedeki çatışmalar için katalizör görevi görebilir ve hatta siyasi seçkinler tarafından bir silah olarak kullanılabilir. Marcus D. King ve Rianna LeHane’in öne sürdüğü gibi, gelecekte hem devlet hem de devlet dışı aktörlerin su kıtlığı ve kirliliğini bir savaş aracı olarak kullanarak ‘suyun silah olarak kullanılması” girişimleri mümkündür. Örneğin, 2014’te İslam Devleti (İD), Dicle-Fırat nehirleri üzerindeki Tabka, Tişrin, Musul ve Felluce barajlarını ele geçirdi ve barajları, nehirin alt kısmında yaşayan nüfusu hem sel altında bırakmak hem de açlıktan öldürmek için kullandı. Yazara göre pek çok kişinin iddia ettiği ve literatürde abartılı bir yer bulan “su savaşı potansiyeli” suyla ilgili konuların işbirliği için bir katalizör görevi görme potansiyelinin yanı sıra diğer dinamikleri de gizleyen baskın bir anlatı haline geldi.

Deniz Seviyesinin Yükselmesi

Tarım ve ekonomik faaliyetlerin genellikle daha ılıman ve kıyıdaş ülkelerde yoğunlaştığı bir bölgede, deniz seviyesinin yükselmesinin de bölgeyi önemli ölçüde etkilemesi bekleniyor. Mısır’daki İskenderiye ve Irak’taki Basra gibi metropoller de dahil olmak üzere Orta Doğu ve Kuzey Afrika toplam nüfusunun yüzde yedisi, deniz seviyesinin beş metre altındaki bölgelerde yaşıyor. Turizm, balıkçılık, tarım ve ticaret dahil olmak üzere önemli bölge endüstrilerin deniz seviyesinin yükselişinden etkileneceği ve tıpkı kuraklık gibi, büyük ölçekli iç ve dış göçe katkıda bulunacağı tahmin edilmektedir.

Kahire ve Giza’dan sonra Mısır’ın en büyük üçüncü şehri olan İskenderiye, önümüzdeki otuz yıl içinde sular altında kalma riskiyle karşı karşıya olan birkaç alçak kıyı kentinden biri. Dört cumhurbaşkanı altında görev yapan ve 2015 Paris İklim Anlaşması’nın müzakeresine yardımcı olan kıdemli diplomat Dr. Jonathan Pershing, “Şehrin çoğu düzenli taşkınlar sonucu  sular altında kalacak” diyor. Böyle bir gelişmeyle, 5 milyondan fazla insan için şehir yavaş yavaş yaşanamaz hale gelebilir ve iç kesimlere, halihazırda 10 milyonun üzerinde yoğun nüfuslu bir şehir olan Kahire’ye göçle sonuçlanabilir. Ancak Dr. Pershing, Kahire’nin bile sular altında kalacağını ve büyük bir yerinden edilme krizine yol açabilecek “büyük selden” zarar göreceğini vurguluyor.

Basra Körfezi’nin ağzında bulunan ve üç denize (Arap Denizi, Umman Körfezi ve Arap Körfezi (Basra Körfezi)) bakan Umman için en büyük tehlike sayısı giderek artan şiddetli tropik fırtınalar ve şimdiden milyarlarca dolarlık zarara yol açmış durumdalar.  2007’de Cyclone Gonu- Maskat’ta meydana gelen selin, Umman’ın deniz suyu arıtma tesislerinde oluşan kesinti sonucu günler süren bir su sıkıntısına yol açmış ve tahminen 4 milyar dolar hasara neden olmuştu.

Artan Sıcaklıklar

21. yüzyılda, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesinde aşırı sıcaklığa bağlı olayların yaşanması bekleniyor. Pal ve Eltahir’e göre, yüzyılın sonunda Orta Doğu’daki birçok nüfus merkezinin yaşanılamaz sıcaklık seviyelerini yaşaması muhtemel. Ayrıca, mevcut sıcaklık artışları bölgeyi şiddetli yangın tehlikeleriyle karşı karşıya bırakıyor. Örneğin; 2019 yazında Lübnan’da çok sayıda yangın çıktı ve  “1.200 ila 1.500 hektar [4.6 ve 5.7 mil kare] tek bir günde yandı. Ulusal Afet Riski Azaltma ve Yönetim Birimi danışmanı Sawsan Bou Fakhreddine, “bu yangınlardaki kaybın, bir yıl boyunca çıkan yangınlardaki arazi kaybına eşit olması nedeniyle çok büyük olduğu” değerlendirmesinde bulunuyor. Son iki yaz boyuna görülen sıcak hava dalgalarının Suriye’nin kıyı yayla bölgelerinde sebep olduğu yangınlar yerleşim bölgelerine ulaşmış ve yüzlerce kişi tahliye edilmişti.

Yağışların azalmasıyla birleştiğinde, sıcaklık artışlarının Eyal Weizman’ın ‘kuraklık çizgisi’ olarak adlandırdığı, yıllık yağışın yılda 200 mm’nin altına düştüğü ve yağmurla beslenen ekilebilir tarımı imkansız hale getirdiği noktaya, çölleşme noktasına- ulaşması bekleniyor.  Bu statik bir sınır değil, zamanla değişir, hem iklimdeki hem de insan faaliyetindeki değişikliklere yanıt verir. Weizman, Batı’nın insansız hava araçlarının, Lübnan, Kuzey Yemen, Gazze ve Irak’tan geçerken bu hat boyunca kayda değer bir doğrulukla haritalanabileceğini belirtiyor. Basit çevresel determinizme düşmek istemeyen Weizman, iklim krizinin ön saflarında yer alan bölgelerin çatışma ve şiddete açık olduğunu ve 20. yüzyıldaki çatışmaların seyrini anlamak için jeopolitik sınırları meteorolojik sınırlarla birlikte düşünmek gerektiğini savunuyor.

Sonuç

İklim değişikliğinin çoklu etkilerini ayrıştırmak ve bunların sosyal, ekonomik ve politik sonuçlarını dikkate almak, iklim değişikliğinin en kötü etkilerini azaltabilecek politika oluşturmanın ilk adımıdır. Ayrıca, iklim değişikliğinin bölgesel dinamikleri ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın jeopolitik haritasının yeniden yapılandırılmasını nasıl etkileyebileceğini tahmin etmemizi sağlar. Bu nedenle, gelecekteki politikanın iklim değişikliğini bölgenin güvenlik, ekonomik ve kalkınma modellerini dönüştürecek dinamik bir değişken olarak ele alması çok önemlidir. Politika topluluğu – özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile ilgili olarak – iklim değişikliğini küçümseme veya bölgenin tamamında gözlemlediğimiz hakim yapıları önemli ölçüde değiştirmeyen izole bir değişken olarak görme eğiliminde. Bu tür yaklaşımlar temel olarak, iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı zorlukları, bölgenin jeopolitiğini ve güvenlik rejimlerini yeniden düzenleme potansiyelini hafife alıyor.

Yukarıda özetlenen zorluklar göz önüne alındığında, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için dört kapsamlı siyasi strateji izlenmelidir: 

  1. Hükümetleri güneş, rüzgar ve gelgit enerjisi de dahil olmak üzere yenilenebilir enerjiye yatırım yapmalı, bu sayede büyük ölçüde tekeleştirilmiş enerji üretim modellerinden uzaklaşılacak, sektörün küçük aktörlerini enerji üretimine katılmaya teşvik edecektir


  1. Tarım sektörü; artan iklim değişkenliği ve bunun toprak ve su kaynakları üzerindeki etkileri ile başa çıkmak için uygulamalarını güncellemelidir. 20. yüzyıl, Orta Doğu ve Kuzey Afrika tarım politikasının küresel endüstriyel aynı yöntemleri kullanmaya yöneldiği görülüyor: devlet teşvikleri ve sübvansiyonlarıyla desteklenen büyük ölçekli, sermaye yoğun, tek mahsul üretimi. Bunun yerine tarımsal stratejiler; su yönetimi, iklim ve toprakla ilgili bölgeye özel bilgilerle yeniden oluşturulmalı ve sonra, yerel düzeyde özel üretimi daha çok destekleyecek modern teknolojilerle birleştirilmelidir.


  1. Hidrolojik ve enerji altyapıları birleşik bir sistem olarak görülmelidir. İklim değişikliği yüzey akışını değiştirdiği ve kara suyunun buharlaşmasını artırdığı için, bölgenin hidrolojik ve enerji altyapılarının yönetimi, dalgalanan arz ve talep baskılarına göre ayarlanmalı ve suyun daha verimli ve adil dağıtımı sağlanmalıdır.  bölgedeki birçok baraj, enerji üretim kapasitesi için güvenilir su kaynaklarına bağımlıdır ancak aşağı havzalardaki tarımsal su kaynaklarını etkiler.


  1. Çift ya da çok taraflı iklim değişikliği etkilerini azaltma ve uyum politikası için daha güçlü bir siyasi iradenin ortaya konulması gerekiyor. Bu özetin gösterdiği üzere iklim değişikliği ulusal sınırları takip etmemektedir ve buna cevabın, iklim değişikliğinin eşitsiz etkilerine karşı  alarm durumunda olacak uluslarötesi yaklaşımları içermesi gerekiyor.

Bunları da sevebilirsiniz