Türkçede bir söz kalıbı var, “kurum ve kuruluşlar” diyoruz. Edi ile Büdü, kuru ile pilav der gibi kurum ve kuruluş diyoruz. Böyle olunca kurumun da kuruluşun da ne olduğunu genelde unutuyoruz. Herkesçe çok önemli olduğu düşünülen ama ne olduğu tam bilinmeyen şeylerin başında “kurum” geliyor. Yanlış anlamayın, herkesin öyle ya da böyle fikir yürüttüğü ama uzlaşamadığı kavramlardan bahsetmiyorum, onlardan bol ne var: demokrasi, bilim, felsefe, hakikat, insan hakları derken liste uzar gider. “Kurum” meselesinde o kadar bile ileri gidemedik.
Kurum dediğimiz şeyin bir sürü tanımı var, en çok kullanılanlardan birisini şöyle özetleyebilirim: Toplumdaki davranış biçimlerini sistemli biçimde değiştiren kalıp ve yapılara kurum diyoruz. Çok geniş, bu nedenle de hem çok kullanışlı hem de bir o kadar faydasız bir tanım. Fakat şuna dikkat çekmek önemli, kalıp ve yapılara kurum diyoruz. Bir şeyin kurum olması için bayrağı, flaması, antetli kağıdı ve hatta bir yöneticisi olması gerekmiyor. “Evlilik ve aile kurumu”, “din kurumu”, “bilim kurumu” gibi laflar ediyoruz. Gerçekten de birer kurum bunlar. Kulağa tuhaf gelebilir biliyorum ama nasıl TÜBİTAK bir kurumsa (ve aynı zamanda bir kuruluş), “bilim” kavramı da aslında bir kurum. Çünkü bizim davranışlarımızı sistemli bir biçimde etkiliyor. Hiçbir şey olmasa pandemi deneyimi bile bunu gösterdi.
Kurum ve kuruluş diye ikili kullanmanın en kötü yanı, kurum ve kuruluş kavramlarının birbirine çok yakın olduğu izlenimini vermesi. Kuruluş denince “kurum”a atfettiğimiz tanımları veriyoruz: bir organizasyon, örgüt, belirli bir mekanizma ile çalışan bir yapı. Şirket, devlet, dernek, okul, hastane… Aklınıza ne geliyorsa. E madem bunlar kuruluş, kurum kavramına niye aynı tanımı verip duruyoruz? Çünkü kafamız karışık.
“Kurum” demek için Anglo-Sakson dünyada “institution” diyorlar. Kuvvetle muhtemel, -en/in önekinin, Ön Hint-Avrupa kök kelimelerinden “sta-” (ayakta durmak, sağlam olmak) anlamında) kelimesine eklemlenmesiyle oluşmuş. Bir şeyi “ayakta tutan, devamlılığını sağlayan” anlamında. (Ufak bir not: Kazakistan, Yunanistan ve daha benzeri “-istan” sözü de “o yerde duran” anlamına geliyor. Bulgarların durduğu yere Bulgaristan demişler yani. Çoğu Hint-Avrupa dilinde sıkça kullanılan bir kalıp. Hatta devlet anlamındaki “state” de yine aynı kökten geliyor.) Dil Devriminde buna güzel bir karşılık bulunmuş, “kurmak” sözünden “kurum”, bir de “kuruluş” türetilmiş. Gelin görün ki aynı kökten türetilince anlamlarının da yakın olduğu izlenimi oluşmuş, baştan aşağı galat-ı meşhur. Gerçekten kurumsallaşma istiyorsak, “kurum” sözcüğünü de yeniden düşünmek zorundayız.
Şöyle izah edeyim: Bilimin kurumsallaşması deyince, ille de TÜBİTAK gelmemeli insanın aklına. Ya da ailenin kurumsallaşması için bir evlilik cüzdanı da gerekmiyor nitekim. En sıkı evlilik kurumlarının olduğu klan tipi toplumların yaşantısına baktığımızda nikah memurluğunın icat edilmesine daha yüzyılların olduğunu fark ediyoruz. Tabi bugün nikah memuruna biçtiğimiz görevi yerine getiren bir din adamı ya da klanın saygıdeğer bir üyesi hep olagelmiş fakat tam da bundan bahsediyorum: Kurumsallaşma için “resmiyet” gerektiği inancı modern bürokrasi ile gelmiş bir düşünce. Halbuki toplumlara doğru ya da yanlış atfettiğimiz “disiplin”, “çalışkanlık”, “tembellik”, “vahşilik”, “medenilik”, “kültürlülük”, “savaşçılık” gibi envai çeşit vasıf aslında birer kurumsallığa göndermede bulunuyor. Şimdi bu tür verileri bir kimya laboratuvarında ölçüm yapar gibi ölçemediğimiz için yok mu sayacağız? Yoksa bunları da hesaba katacak, bir toplumu tüm unsurlarıyla çözümlemeye tabi tutacak bir yöntem mi bulmak gerekiyor?
Bir başka garip düşünce de kurumsallaşmanın her zaman harika bir şey olduğu. Cinsiyetçilik de bugün gayet sağlam bir kurum gibi görünüyor, üstelik yıkmak için de bir hayli mücadele veriyoruz. ABD’de on yıllardır “kurumsallaşmış ırkçılıktan” yakınıyorlar. İlk defa Sicilya taraflarında devlet kurumu olmadığı için filizlenen mafya da bugün baya baya dünyanın pek çok yerinde bir kurum aslında. Mafya kurumsallaşsın diye dilekçe veren STK gördünüz mü hiç?
Demek ki buradan çıkarılacak bazı dersler var: Çok fazla şey aslında birer kurum. Davranışlarımızı etkileyen, bizi belirli kalıplara sokan o kadar çok kurum var ki bunların kuruluşlarla yani organizasyonlarla sınırlı olduğunu düşünmek çok sığ ve kıt bir formalizm, yani biçimcilik. Tek bir insanı dış görünüşüyle yargılamanın bu kadar tepki gördüğü bir çağda koskoca toplumları sırf biçimleri üzerinden değerlendirmeye tutmak nasıl kabul edilebilir bir yöntem, aklım ermiyor. İkinci sonuç, daha kişisel: Ne kadar fazla etki altında olduğumuzu fark etmenin bilinci hem bir lüks hem de bir yük. Getirdiği yük çok ağır, verdiğimiz -ya da verdiğimizi düşündüğümüz- onca kararın aslında her zaman bizim fikrimiz olmadığını bilmek dehşet verici. Bir yandan da bu dehşet, bununla ilgili bir şeyler yapmanın herhalde ilk adımı, bu açıdan da bir lüks. Üçüncü sonuç ise en toplumsalı: Kurumsallaşma isterken daha spesifik ve daha dikkatli olmak lazım. Yukarıda göstermeye çalıştığım üzere, ırkçılık, cinsiyetçilik, şiddet ve daha akla gelebilecek sayısız korkunç şey aslında birer kurum. Kurum için isterüz de derken istemezük de derken biraz daha derinlikli düşünmek gerekecek sanırım.
Eh peki, düşünmeye başlayalım mı? Türkiye’nin hangi kurumlarından kurtulması gerekiyor? Hangilerine kavuşması lazım? Hangi kurumlar bizi 50 yıl sonra rahat ettirecek, hangileri ayak bağı olacaktır? Belki de ilk önce kurumsallaşması gereken şey kurumların hakkındaki düşünme şeklimizdir, ne dersiniz? Kurumsallaşmayı kurumsallaştırmak. Tam da ihtiyacımız olan kafa karışıklığı ve düşünce mesaisi bu olsa gerek.