Nixon, Churchill ve Tavizcilik?

Siyaset biliminde çok sık kullanılan Amerikanca bir tabir var: Nixon-goes-to-China. Türkçesiyle, Nixon Çin’e gidiyor. Aslında denmek isteneni şu biçimlerde de ifade edebiliriz, “Ancak Nixon Çin’e gidebilirdi.”, “Nixon’dan başkası Çin’e gidemezdi.”, “Çin’e gidecek göz bir tek Nixon’da vardı.” Sanırım anlatabildim derdimi. ABD’li diplomatlar, stratejistler ve hatta dünya çapında daha pek çok uzman ABD ve Çin’in arasının düzelmesi gerektiğinin farkındaydı. Çok barışçıl bir dünya hayali kurulduğundan değil belki fakat o kadar kalabalık nüfusu ve potansiyeli olan bir ekonominin dünyaya eklemlenmesi gerekiyordu. Tayvan’ın BM Güvenlik Konseyi’nde oturmasının yarattığı tuhaflık ve meşruiyet sorunu gibi siyasi nedenlerden tutun, koskoca bir Pasifik ticaretinin sınırlanması gibi ekonomik nedenlere kadar, bu uzlaşma “bir sıra” olması gereken bir olaydı. Hem üstelik Çin’le anlaşmak, Rusya’yı yalnızlaştırmak demekti. Rusya “çıkıntılık” yaptığında Çin’le anlaşma yoluna gitmek, Çin aynısını yaptığında Rusya’nın kapısını çalmak bugün hâlâ ABD’nin kullandığı bir strateji. Ama neyse, konumuz ABD dış politikası değil, o kadar uzmanı var, onlar konuşsun. Bizim konumuz, siyasi sermaye ve siyasetçilerin hareket alanı.

Niçin sadece Nixon Çin’e gidebilirdi peki? Çünkü Nixon o kadar anti-komünist, o kadar koyu bir Amerikan muhafazakârıydı ki kimse Nixon’un bu ziyaretini “yanlış anlayamazdı”. Aslında Nixon oraya Çin’e rest çekmek için, gerginlik çıkarmak için gitmiyordu, buzları eritmek için gidiyordu. Anti-komünist olması ilk bakışta yarardan çok zarar getirebilirdi. Fakat asıl mesele oraya gidecek olan insanın ne kadar sağlam duracağının bilinmesiydi. John Kennedy’nin Çin’e gittiğini düşünebiliyor musunuz? Ne komünistliği kalırdı, ne vatan hainliği. Muhtemelen de ömrü biraz daha kısalırdı. Belki Johnson (evet evet, o meşhur mektupta imzası olan Johnson) bu işi kotarabilirdi fakat hem belki zaman uygun değildi hem zaten o sırada o da siyasi sermayesini “Fakirliğe Savaş” (War on Poverty) programını uygulamak için kullanıyordu. “Fakirliğe Savaş” programı da aynı “Nixon-goes-to-China” taktiğinin bir ürünü aslında. ABD’de fakirlik olduğunu söyleyip bu işe girişecek insan işçi sınıfından ya da “fukara” içinden seçilse kavga çıkardı. Texas’ın kırsal eşrafından hali vakti yerinde bir adam bunu söyleyince sorun olmadı. Nixon da sıkı bir anti-komünist ve koyu bir tutucu olduğu için herkes gönül rahatlığıyla kendisini Pekin’e uğurladı. Orada çeşitli görüşmeler yapıldı, Mao Zedong ile pozlar bile verildi fakat kimse pek de rahatsız olmadı. Çünkü Nixon, Çin’e gidebilir.

Türkiye’de bu fenomene rastlamıyor muyuz? Hem de ne rastlamak! COVID-19 ortalığı daha yeni yeni kasıp kavururken, Erdoğan geçici süreyle camilerde toplu ibadeti yasaklamıştı. Bunu yapabilmişti çünkü bu yasaktan ciddi ölçüde rahatsız olacak hemen hemen hiç kimse Erdoğan’ın bu konudaki niyetini sorgulamıyordu. Başka türlüsünün olduğunu, örneğin Kemal Kılıçdaroğlu veya bir başka muhalefet liderinin aynı yasağı getirdiğini hayal edebilir misiniz? Ben edemem, muhtemelen çok fena olaylar çıkardı. Bu fenomen sadece günümüze ait değil, erken dönem Cumhuriyet boyunca Atatürk ve İnönü’nün de elçilik atamalarında benzer bir düşünce içinde olduğunu görüyoruz. Sol görüşe yakın Tevfik Rüştü Aras’ı Birleşik Krallık’a elçi yollamak, koyu bir milliyetçi olan ve tahmin ediyorum ki sıkı bir anti-komünist olan Ali Fuat Cebesoy’u Moskova Büyükelçisi yapmak benzer bir görüşün ürünü. Niyet belli, değil mi? Karşı görüşe sahip birini bir yere elçi göndermek o insanın orada “iş tutmayacağının”, kendi ülkesinin çıkarını daha da büyük bir şevkle savunacağının garantisi değil mi? Kısacası aynı durumu sayısız koşulda görebiliyoruz. Nixon’ı Mao ile el sıkışmaya gönderen Amerikan kamuoyu ile Mitterrand’ın “U dönüşü” atmasına izin veren Fransız kamuoyu birbirine benziyor. Kuzey Kore ile görüşmek isteyen Trump’a çok da şüpheyle bakılmaması ile Biden’ın çok büyük kamu yatırımları yapmasına kimsenin şaşırmaması arasında kuşkusuz bir koşutluk var.

Benzer bir örneği İtalya’dan da verelim. 1970’lerde “Tarihi Uzlaşı” denilen bir plan vardı. Seçimlerden birinci çıkan Hristiyan Demokratlarla ikinci çıkan Komünistler koalisyon kuracaktı. Tabi ne komünistlerden ne de Hristiyan demokratlardan çok büyük bir isteklilik olmayınca, İtalya Eski Başbakanı Aldo Moro devreye girmişti. Aslen Hristiyan Demokrat olan Moro, görüş olarak sola yakındı. Hem sosyal reformlara açıktan destek verecek kadar solcu, hem de Papa ile yakın arkadaş olacak kadar Hristiyandı. Tam koalisyonu kuracak adam olduğu düşünülüyordu. Hem birinci çıkan partiden yetişmişti, hem de ikinci partinin görüşlerine de yakın sayılırdı. Üstelik sola yakın olduğu halde “komünist” denecek kadar da merkezden uzak değildi. Sadece “ortada” olması nedeniyle değil muhtemelen iki tarafın da “bu adamdan bize kötülük gelmez” düşüncesiyle gündeme gelmişti. Yani Çin’e gidecek bir Nixon bulunmuştu. Kaderin cilvesi, Moro daha sonra aşırı sol bir grup tarafından kaçırılıp öldürüldü. Olayı hâlâ çok karanlık bulanlar var, o kısmını İtalyan tarihçilerine bırakalım. Önemli olan Hristiyan Demokratlar ile Komünistlerin dâhi anlaşabilmesi ihtimâlinin olması değil mi? Bir konuşma, görüşme ve anlaşma sonucunda “en feci düşmanların” bile barışabilmesi olasılığı rahatlatmıyor mu insanı? Safiyane, her anlaşmak isteyenle anlaşarak değil tabi ama masaya oturacak zaman geldiğinde anlaşarak.

Ama sorun bir ölçüde de bu değil mi zaten? Taviz verebilecek, pazarlığa oturabilecek olanın en zayıf durumdaki insan olarak görülmesi. Güçlü olan gücünü korumak için daha da sert davranıyorken, anlaşmak için masaya oturan daha da zayıf duruma mı düşüyor? Bazen böyle olduğu çok açık. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Neville Chamberlain’in yatıştırma politikasının bir felaket olduğu bir gerçek, bugün pek tartışması bile yapılmıyor. “Kafanızı kaplanın ağzına kaptırmışken kaplanla pazarlığa oturamazsınız.” diyor Churchill. Bu da doğru.

Öyleyse sorun tavrı ortaya koyabilme sorunu değil. Sorun, tavrı belirleyebilmek olsa gerek. İyi bir siyasi liderden vatandaş olarak beklentim çok iyi bir şahin ya da çok iyi bir güvercin olması değil, ne zaman şahin ne zaman güvercin olmayı bilmesi. Hatta daha da iyisi, kendisi bütün bu işleri yapacağına, kimi güvercin kimi şahin yapacağını bilmesi olmalı. Kurumsallaşma da biraz böyle oluyor sanırım. Yoksa dünyada masaya yumruğunu vurmak isteyenden veya pazarlığa oturmak isteyenden bol ne var ki? Önemli olan ikisini birden yapabilecek siyasi bir irade ve ortama kavuşabilmemiz herhalde. Sizce?

Bunları da sevebilirsiniz