“Öze Dönüş” tartışması büyük tartışma. İnsanlık tarihi öyle büyük bir yığının üzerinde oturuyor ki, hangi “öz” sorusu bu tartışmada yanıtlanması gereken en önemli sorulardan. Çünkü ne diyor şair “Yıkan da yaratan da biziz, yıkan da yaratan da biziz bu güzelim bu yaşanası dünyada.” İnsanlık, daha güzel daha yaşanılası bir dünya inşa etmek için “öz”ünü arıyorsa ve “arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı” ise, seçici olma zorunluluğumuz var. Yoksa özümüze dönüş bir sona yürüyüş de olabilir. Ya da “aklımızın ulu uyumlarına” takılıp “öz”ümüzde herkes için daha adil daha yaşanılası bir dünya inşa etmenin geçmiş deneyimlerini de bulabiliriz. Seçmenin sorumluluğu büyük ve eğer gelecek aydın olsun diyorsak öze dönüş tartışmasını kadın perspektifiyle sürdürmek zorundayız.
Anne olduğumdan beri toplumsal cinsiyet rolleri ve bir insan yavrusu yetiştirmenin ciddiyeti üzerine daha yoğun ve daha farklı bir hassasiyetle düşünür oldum. Geçmişe odaklanıyorum. Kadınlar ve kadınlık nasıl bu hale geldi? Özcü tartışmalardan sıyrılıp farklı perspektiflere paye vermenin zamanı çoktan geldi de geçti. “Anne” olmanın bir yandan dünya üzerinde yaşanabilecek en içten duyguları bir insana tattırırken bir kadın için her zaman çok zor, her zaman kısıtlayıcı olduğu ve biyolojik varlığıyla buna mecbur kaldığı düşüncesinden sıyrılmak istiyorum. Çok eskilere gidiyorum. Geri sardıkça düzelmiyor kadının durumu.
En eskilere baktığımda kadınlar için bir umut olabilir, “öz”ümüzde bir çıkış bulabiliriz gibi geliyor. Geçmişe ışık tutmak zor. Ama avcı-toplayıcı toplumların yaşam pratiklerine bakıldığında kadınlar için daha eşitlikçi ve adil bir düzenin nüvelerini bulabileceğimize dair yakın dönemli argümanlar var. Avcı-toplayıcı toplumlarda, erkekler avcıydı kadınlar toplayıcıydı miti sarsılmış durumda. Son antropolojik çalışmalar, kadınların da iyi avcılar olduklarını gösteriyor. Bulgulara göre, farklı rollerde de olsa kadınlar ava katılmaktaydı ve etkin biçimde avcılık yapmaktaydı. Erkekler de kadınlar gibi pek tabi toplayıcılık yapıyordu. Bununla birlikte avcı-toplayıcı toplumlar, ardıllarına göre daha eşitlikçi ve barışçıldı. Peki ya çocuk bakımı? Çocuk bakımı söz konusu olduğunda bu “daha adil ve daha eşitlikçi dünyada” bile çocuk bakımı kadının avcılık pratiklerini sınırlayan bir etki yapıyordu. Özellikle emzirme dönemi kadını temel barınma yerlerinde tutan bir özellikteydi. Çocuk doğurmanın büyüsü kadını tanrılaştırırken, çocuk bakımı yalnızca kadının görevi olarak algılanmasa bile “biyoloji” kadına farklı bir görev yüklüyordu. Bu kutsiyetin bir bedeli mi olmalıydı yani?
İnsanlık “ilerleyip” toplumlar değiştikçe kadınlar için işler iyice zorlaştı. Tarım devrimiyle birlikte, artık ürün elde edilmesi, depolama, mülkiyet ve savaşlar derken, sosyo-ekonomik modelin özü tarımsal iş gücü ihtiyacına geldi dayandı. Kadının toplumsal işlevi bir kuluçka makinasına indirgendi. Ataerkillik kurumsallaştı. Kadınlar özel alanlara hapsedilirken çocuklar dışarıdaki hayatla bağları zayıf anneler tarafından yetiştirilir oldu. Ataerkillik içselleştirildi. Sanayileşmeyle birlikte kadının ev esareti fabrika esaretine dönüştü. Kadın artık ev içi emeğine ek olarak fabrikalarda ucuz işgücüydü. Ama insan soyu sürdürülecekti. Kadın doğuracaktı, doğuruyordu. Artık kadınlar savaşlarda savaşacak askerler, fabrikalarda çalışacak işçiler doğurmak zorundaydı. Ama kadın aynı zamanda kendi emeğini de satmak zorundaydı, hele ki savaşlar erkekleri kırdıkça kapitalizmin aç gözlü makinaları kadın emeği için daha fazla homurdanır oldu. Peki ya çocuklara kim bakacaktı? Geç sanayileşmenin bedellerini ödeyen Almanlar bu soruna dahice bir yanıt buldu. Kindergarten, yani kreşler ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası atmosferde iyice yaygınlaştı. Binlerce yıllık insanlık tarihinde ilk defa çocuk bakımında anne ve çocuğun içerisine doğduğu kolektivite dışında bir kurum çocuğun bakımında önemli bir rol üstleniyordu. Bu, yeni durumları ve tartışmaları beraberinde getirdi. Anne çocuk ilişkisi nasıl olmalıydı? Kreşin çocuk bakımı yaklaşımı, okul öncesi eğitim prensipleri neler olmalıydı? Bu tartışmalar süre dursun, kadınlar kadınlık, annelik ve çocuk bakımıyla ilgili yeni açmazlar ortaya çıkmaya devam etti ve ediyor.
Neoliberal büyük anlatının çöküşüyle öze dönüş arayışları hız kazandı. Bu arayış içindeyken, kadının toplumsal hayattaki rolünün nasıl olması gerektiği her toplumsal kamp tarafından yoğun biçimde tartışılıyor. Ama tartışılmayan şey, ilerici bir toplumda toplumsal cinsiyet rolleri ve çocuk bakımının nasıl olması gerektiği. Annelik ve babalık kavramları hala kısır tartışmalara hapsedilmiş durumda. Oysa bugün yeni bebek sahibi olmuş bir kadın ve erkeğin birbirine çok yakın miktarlarda oksitosin (bağlanma hormonu) salgıladığını biliyoruz. Babalığın “biyolojik” kökenlerini içselleştirmemiz gerekirken hala “çocuk bakımının kadının işi olduğunu” en “modern” en ilerici olanımız bile içten içe kabul etmiş durumda.
Modern “annelik” kavramı kadını daha da boğacak şekilde sarıp sarmalıyor. Doğuran kadın işe ara verip ya da işini bırakıp bebeğin bakımına mı odaklanmak istiyor “ay hem çocuk hem kariyer yapamadı mı” ya da bebek 4 aylıkken işe mi döndü kadın “ay ne kötü anne çocuğuyla kendi ilgilenmedi!” E ama doğum izni maksimum 16 hafta. Ya da kadın emzirse bir türlü emziremese bir türlü. Bakıcı tutsa bir türlü kreşe verse bir türlü. “Çocuk yetiştiren kadının toplumsal yaşamdan uzaklaşması kader mi?” sorusu yanıtlanmıyor. Aslında kadın için olumsuz olacak şekilde yanıtlanıyor. Çocuk dengesiz bir biçimde ekstra yüklerle yüklenmiş yorgunluktan gözlerinin altı patlıcan moru olmuş bir yandan para kazanmaya çalışan (ya da evde temizliğe yemeğe koşan) diğer yandan kendini gerçekleştirmeye çalışan umutsuz anneler tarafından yetiştiriliyor. Anne ve baba arasında dengeli bir sevgi ortamından yoksun. Babalar çocuk bakımıyla ilgili sorumluluklarının yalnızca -zaten kadının da yaptığı gibi- para kazanmak olduğunu düşünüyor. Bunun pek de öyle cahil eğitimsiz toplumsal grupların genel özelliği olduğunu düşünmeyin. Belki sizin eşiniz de böyle. 2-3 üniversite bitirmiş doktoralı bazı babalar çocuğun altını değiştirmeye yeltenmiyor. Öyle değil mi? Ataerkil zihniyet asırlar sonra hala devam ediyor. Bu zihniyetle mücadele ettiğini sananlar da bunu pasiflikleriyle besliyorlar. Ve çocukları bu zihniyetin mahkumları yetiştirdikçe daha adil, daha barışçıl ve daha eşitlikçi bir dünya hayalini gerçekleştirmek suya düşüyor.
Öze dönüş tartışmaları yaparken, seçici olma zorunluluğumuzu unutmayıp varsa gerçekten eşitlikçi paylaşımcı özümüze dönmemiz, yoksa özümü baştan inşa etmemiz bir zorunluluk. İnsan soyunun devamı kadının kendini gerçekleştirmesi önünde büyük bir engele dönüşmemeli. Kadın toplumsal olarak analığından bağımsız olarak var olabilmeli. Burada çocuklarımızın temel ihtiyaçları ile anne ve babanın toplumsal rolleri arasında bir denge kurulabilir. Bilim, her geçen gün başka bir karanlığa ışık tutarak bebeklerimizin gerçek ihtiyaçlarını net biçimde anlamımıza yardımcı oluyor. Gerisi ise kökten bir sosyo-politik değişim ve düzenlemeyi gerektiriyor. Beyaz yakalılar, Ege’de Akdeniz’de tiny house larıyla özlerine, doğaya dönerken aslında toplumdan kaçarak, bireyselleşiyor. Ya da apartmanlarda çocuklarımız kimseyi görmeden, çocuk kahkahalarını videolardan duyarak büyüyor. Özümüze dönerken, çocuk yetiştirmede kolektifin önemi yeniden fark edilmeli. Ama çocuklarımızı emanet edebileceğimiz bir üst aklın kollektifi elbette. Okul öncesi eğitimde kooperatifleşme gözden geçirilebilir. Doğum iznine yaklaşım fikri tamamen değiştirilmeli. Babaların çocukların bakımında eşit sorumluluk üstlenecekleri koşullar yaratılmalı. Denge kurulabilir. Bu yalnızca toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden belirlenmesi anlamına gelmiyor. Doğaya, insan doğasına, kente, yaşam alanlarımıza yaklaşımda da kökten bir değişim gerektiriyor.
Ama her şeyden önce toplumsal cinsiyet rolleri ile çocuk yetiştirme arasındaki insanlığın geleceğini belirleyen o hassas ilişkinin ne denli önemli olduğu fark edilmeli. Çocuklarımız yarınlarımız ve yarınlarımızı hangi zihniyete emanet ediyoruz? Döneceksek eğer, özümüz aydınlık yüzümüz olsun. Çünkü ne diyor şair, “çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler, günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların, çocukların avuçlarında yeşerecekler.”