Türkiye’nin Küresel Ölçekte Karşılaştığı Tehditlerden En Büyüğü: Otoriterleşme

 

Türkiye son 20 yılda Cumhuriyet devrimiyle sahip olduğu kurumlarını büyük ölçüde kaybetti. AB ve ABD’nin Türkiye’de sözde vesayet rejimini demokratikleştirecek bir “sivil toplum hareketi”, devlet elitlerine karşı mücadele edip sistemin kapalı yapısını çözecek “siyasi elitler” olarak tanımlayıp ilk döneminde (2010’lara kadar) siyasi, ekonomik, hukuki destek verdiği AKP rejimi devleti tamamen partisinin bir uzantısı haline getirmeye çalışırken devlet kurumlarını çürütüp işlevsizleştirdi.

Çağımızda bir devleti herhangi bir çıkar grubundan ve silahlı güçten ayıran şey hukuk ve o hukuka işlerlik kazandıracak kurumların varlığıdır. Türkiye anayasada yazan tanımıyla bir hukuk devleti olsa da bugün pratikte bir kanun devleti olabilme niteliğini dahi yitirmiş durumda. Hukuk devleti, anayasayı ve evrensel hukuk ilkelerini kamu yönetimi süreçlerinde ve özel hukuk alanında uygulayan, yürütmeden, siyasi iktidardan bağımsız olarak hukuki kurumsallığa sahip olan devlettir. Hukuk devletinde tüm vatandaşlar gibi devlet de hukuki ilkeler ve kurallarla sınırlanmıştır. Yönetimde en üstün ilkeler evrensel hukuk kuralları ve anayasadır. Devletin eylemleri bu ilkelerin belirleyiciliğinden bağımsız değildir. Devletin varlığı ve bütünlüğünü korumak için gerekli eylemler de ilgili hukuki kurallar çerçevesinde yürütülür. Dolayısıyla devlet de vatandaş karşısında sınırsız, sorumsuz ve denetimsiz bir yetkiye sahip değildir. Aksine devletin meşru silah kullanma yetkisi sayesinde vatandaş karşısında mutlak üstünlüğe sahip olması nedeniyle sürekli denetlenmesi, kontrol altında tutulması gerekir. Bireysel özgürlüklerin, hakların tesis edilip korunabilmesi hukuk devletinin önceliği olduğu gibi insani gelişmişlik için de elzemdir.

Kanun devleti ise tüm özel ve kamusal hayatın yürütme erki eliyle düzenlendiği yönetim biçimidir. Seçilmişlerin güçler ayrılığını ortadan kaldırıp denetimsiz bir güce sahip olmasıdır.
Kanun devletinde hukuk, devleti başta vatandaşlar olmak üzere mevcut ve olası rakiplerine karşı güçlendirmenin bir aracı haline gelir. Devletin silah tekeli, meşru olmaktan uzaklaşıp devlet gücünü elinde bulunduran belirli çıkar gruplarının baskı aracına dönüşür. Yürütme gücü denetimsiz kalır ve seçimle iş başına gelmiş olan siyasi iktidar ile devlet kurumları arasındaki ayrım muğlaklaşmaya başlar. Neticede kurumlar meşru işlevlerini ve kapasitelerini kaybeder, toplum ile devlet kurumları arasındaki makas açılır. Yakın zamanda yurt genelinde yaşadığımız yangınlarda devlet kurumlarının müdahale konusunda yetersiz kalması bunun en canlı ve somut örneğidir. Bir diğer örnek de siyasi iktidarın pandemi karşısındaki ikircikli tutumu, halka güven vermeyen sağlık politikaları neticesinde toplumda sağlık otoritelerine karşı gelişen güvensizliktir. Bunun neticesinde oluşan belirsizlik ve korku ortamı nedeniyle komplo teorileri halk arasında yaygınlık kazandı, aşılanmaya karşı bir direnç ve isteksizlik oluştu.

Günümüz Türkiye’sinde artık bir kanun devletinin varlığından bile bahsetmek güç. Siyasi iktidarı elinde bulunduranlar eylemlerini, meşruiyetini sağlayacakları gerekli kanuni düzenlemelere bile ihtiyaç duymadan salt genelge ve talimatlarla yönetme pratiğini olağanlaştırdılar. Siyasi iktidar eylemlerinin kanuniliğini şeklen bile sağlama ihtiyacı duymayacak bir otoriterleşme yoluna tüm hızıyla girdi. Bu saldırgan otoriterleşme beraberinde ülkenin toplam güvenliği bakımından bir kırılganlığı da doğurdu diyebiliriz. Sertleşen yönetim kliği aynı ölçüde hassas ve korunaksız hale geldi. Bu kırılganlık otoriter rejimler açısından kaçınılmaz bir son olarak nitelenebilir. Çünkü etrafında paydaşlar ve uğruna çalıştığı vatandaşlar değil de sürekli çoğalan rakipler ve düşmanlar gören bir güç, kaçınılmaz olarak yalnızlaşır, kaynaklarını yitirir ve dış tehlikelere daha açık hale gelir. Düşmanlaştırdığı ülke içi aktörler dış aktörler açısından olası müttefikler haline gelir.

Türkiye’nin yakıcı jeopolitik ihtiyaçları bakımından ”Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı verilen bu denetimsiz karar alma mekanizması güvenlik bürokrasisi tarafından taktik bir avantaj olarak görüldü. Kısa vadeli kazanımlar için bir fırsat olarak görülen bu yaklaşımın ihmal ettiği daha büyük bir sorun var: Devletin ”bekasını” ve jeopolitik ihtiyaçlarını öncelerken devleti dış tehditlere karşı savunmasız bırakan kurumsal ve toplumsal zaafların artışı… Yukarıda tarif ettiğimi nedenlerle, yönetme işini yürütmeye çalışanlar stratejik ve lojistik kaynaklarından kendini mahrum bırakmış oldu.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceğe uzanabilmek için kendisine yönelen yakın ve sıcak tehditlerle mücadele etmesi kadar, hatta ondan daha da öncelikle, ülkeyi bu tehditlere karşı savunmasız bırakan ve bu savunmasızlığı sürekli kılan toplumsal ve yönetimsel zaaflarını gidermek zorunda. İnsan haklarının iyileştirilmesi, demokratik katılım yoluyla devletle toplum arasındaki makasın kapatılması, insan kaynağının uluslararası rekabet ortamına uygun niteliğe ulaştırılması, ülkede liyakat ve hukukun tesisi yoluyla beyin göçünün engellenmesi gibi sosyolojik ve siyasi sorunları çözümü jeopolitik anlamda uzun vadeli başarının kaçınılmaz öncelikleridir. Bu öncelikler dikkate alınmaksızın Türkiye bir devlet olarak saplandığı vasattan çıkamayacak, emperyalist müdahalelere maruz kalmaya devam edecek ve kanserleşmiş jeopolitik tehlikelerin üstesinden gelemeyecektir. İnsani gelişmeyi, kurumsallaşmanın ve modernleşmenin tamamlanmasını bir öncelik olarak önüne koymayan jeopolitik yaklaşımların uzun vadede Ortadoğu coğrafyasında başarılı olması ihtimal dâhilinde değildir. Mevcut sorunlara yakın zamanda eklenmeye başlayacak olan iklim krizini ve su sorununu da hesaba katarsak Türkiye’nin bir devlet olarak varlığının devamı yapısal sosyolojik ve sistemsel zaaflarından kurtulmasına bağlıdır. İklim kriziyle ortaya çıkacak (ve çıkmakta olan) yeni toplumsal sorunlar (Türkiye’ye ve Türkiye’den göç, su savaşları, kıtlık) mevcut yapısal sorunlarla birleştiğinde çarpan etkisi yapacaktır. Bir süredir maruz kaldığımız düzensiz göç ve sığınmacı sorunu nedeniyle yaşadığımız toplumsal gerilim ve çatışmaların, kaynak paylaşımı krizinin etkilerini canlı olarak deneyimliyoruz.

Siyasi katılım kanallarının tıkanması, demokratik ifade olanaklarının ortadan kalkmasıyla birlikte bugün Türkiye dış müdahalelere, manipülasyonlara daha fazla maruz kalmaya başladı. Liyakat ilkesinin terk edilmesi sonucu yurtdışına giden yetişmiş insan kaynağı nedeniyle üretkenliğin, yaratıcılığın ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin zayıflaması kaynak krizini, toplumsal adaletsizliği derinleştiriyor. Niteliksiz, üretken olmayan sermaye birikimi ülkenin uluslararası rekabet kapasitesine yeterli katkıyı yapmıyor. Toplumun siyasi ve ekonomik bakımdan dinamik kesimleriyle devlet arasındaki mesafenin açılmasıyla, devlet uzun vadeli hedef ve ihtiyaçları için seferber edebileceği işgücünden ve siyasi destekten mahrum kalıyor. Ülkenin büyük maliyetlerle yetiştirdiği en nitelikli insan kaynağı otoriterleşmenin doğurduğu siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyolojik sorunlar nedeniyle ülkeyi terk edip insani açıdan daha gelişmiş ülkelerde yaşamayı tercih ediyor. Örneğin savunma sanayisi ve yüksek teknoloji bakımından ülkenin önde gelen kuruluşları olan ASELSAN, SAGE ve TAI’den yüzden fazla mühendis yakın zamanda Hollanda gibi ülkeler tarafından adeta kapışıldı. Ülkenin en nitelikli eğitim kurumlarından mezun olan öğrencilerin ezici çoğunluğu yurtdışında yaşamak ve çalışmayı öncelikli kariyer hedefi olarak seçiyor. Öte yandan Fethullahçılar örgütü ve benzeri tarikat yapılanmaları da devletin stratejik kurum ve makamlarını, yine Türkiye’nin kurumsallaşma ve hukuk devleti olabilme konusundaki eksikleri nedeniyle ele geçirdi. Bunun sonucunda örneğin her birinin yetişmesi için milyonlarca lira harcanmış olan binlerce subay-astsubay kadrosu heba edilmiş oldu. Bu tür yasadışı yapılanmaların yol açtığı sorunlar nedeniyle geleceğini Türkiye’de göremeyen birçok insan da çalıştıkları kurumları terk edip ya yurtdışına gitmenin yollarını aramaya ya da üretken olmadığı başka sektörlerde çalışmaya başladılar.

Otoriterleşme, hukuk devleti olmaktan uzaklaşma ve jeopolitiği insani ve demokratik gelişmişliği öncelemeden yorumlama anlayışı nedeniyle yaşadığımız sorunları sıralamaya çalışmak bu yazının kapsamını aşacaktır. Tüm bu saydığım etkenleri göz önünde bulundurmayan, bu sorunların toplumcu bir yoldan çözümünü önceliği olarak görmeyen ”devletçi” bakış açısı neticede devletin zayıflayıp varoluşsal hedeflerinden uzaklaşmasına kapı aralıyor. Bu nedenle sorunların çözümüne ilişkin öncelik sıralamasını gözden geçirmek, tehdit algıları ve kriz konuları arasındaki neden-sonuç ilişkilerini ters yüz etmekten vazgeçmek zorundayız. Türkiye, insani gelişmişlik ve demokratikleşme, toplum ile devlet arasındaki kopukluğu ortadan kaldırma konularındaki eksikliğini gidermediği sürece bölgesel ve küresel tehditlerin üstesinden gelemeyecektir.

Bunları da sevebilirsiniz