Geçen gün “Latin Alfabesi kullanan ülkeler” haritasını görünce bir şaşırdım. Haritaya dikkatlice bakınca görüyorsunuz ki Türkiye bu coğrafyada Latin alfabesi kullanmaya yeltenen nadir ülkerden. Öyle ki, komşuları arasında bu alfabeyi kullanan bir ülkeye daha rastlamak zor. Bulgaristan Kiril alfabesi; Yunanistan Yunan alfabesi; Irak, Suriye ve İran Arap alfabesi kullanıyor; Gürcistan ve Ermenistan’ın da kendi alfabeleri var. Akdenizden komşu sayılabilecek Mısır, İsrail, Libya ve Lübnan da başka alfabelerle yazıyor. Karadeniz’den Rusya ve Ukrayna’nın durumu da malum. Tek istisna Romanya, heyhat zaten Rumence için de Latinceye en yakın Romen dili diyorlar, Latin alfabesini onlar kullanmasın da kim kullansın? İnsan bütün bunları gözden geçirince dil devrimini ve tabi onun en büyük dinamosu harf devrimini çok daha iyi kavrıyor. Şimdi dönüp dolaşıp fark ediyorum ki harf devrimi sadece bir politik ve linguistik yenilenme ve öze dönüş çabası değil, aynı zamanda bir jeopolitik hamleymiş. Her işte bir hayır var dedikleri de doğruymuş, bu hamleyi fark etmem için dil devrimine yapılan acımasız eleştirileri okumam gerekti.
Harf devriminin dilsel yararlarını biliyorduk zaten. Yararı olmadığını söyleyenlerin derdi politik, zaten onlar da çoğunlukla bunu kabul ediyorlar. Sesli harflerin bu kadar önemli olduğu ve hecelerin açık seçik seçilebildiği bir dili, Türkçeyi ebced ile yazmanın zorluğu ve yarattığı karmaşa ortada. Tabi bunu çok iyi dilbilim bildiğimden değil de işte şöyle böyle Türkçe konuşan ve yazan bir insan olarak söylüyorum. Bana düşmez, işin erbabı çok daha doğrusunu söyleyecektir tabi fakat eski yazıyı biraz olsun okumaya çalışan pek çok kişi Arap alfabesinin gayet güzel ve sistemli olduğu fakat Türkçeye hiç ama hiç uymadığı konusunda bana arka çıkacaktır. Her alfabe her dile uymuyor. Dolayısıyla harf devrimi, Latin alfabesine geçiş dilsel olarak ileri atılımdır, hiç şüphe yok.
Ne var ki harf devrimini ve elbette daha geniş bir açıdan dil devrimini sadece dilsel bir gelişme olarak kaydetmek nereden bakılırsa bakılsın eksik bir tarihyazımı. Dil devrimine bakınca bir dizi etki görüyorum, katman katman giden etkiler bunlar. En rahat görünen etki modernleşme hareketine ivme kazandırmak için geçmişle araya bir ölçüde set çekmek ve yeni bir kültürel canlanmaya ortam hazırlamak olsa gerek. Kültürel canlanmanın en çabuk göze çarpan kısımları belki de nostaljinin etkisiyle; güzel törenler, Cumhuriyet Baloları, operalar ve baleler oluyor. Fakat buna koşut ilerleyen kültürel doğuşu da hesaba katmak lazım, dil de bu kültürel yeniden doğuşun temel direği. Nitekim analizi biraz daha ileri götürenler ulus devlet olgusuyla karşılaşıyorlar. Ulus devleti kurma ve perçinleme sürecinde yenilenmiş ve standardize edilmiş bir dil gerekiyordu, dil devrimi de bunu sağladı. Daha onlarca amaç, yarar ve etki sayılabilir. Daha da ileri götürelim, benim bahsetmek istediğim genç Cumhuriyetin öncelikle harf ve sonra da dil devrimini politik ve hatta belki jeopolitik bir amaçla gerçekleştirmiş olduğu. Tabi bunu iddia ederken daha demin saydığım kültürel ve dilsel etmenlerin önemini azımsamak gibi bir amacım asla yok. Sadece meseleyi daha farklı bir açıdan ele almak istiyorum.
Genç Cumhuriyetin kendisini içinde bulduğu durum sürekli kafamı kurcalamıştır. İmparatorluk düzeninde yetişmiş bir aydın, bürokrat ve asker kitlesi bir ulus devlet kurmak için pek çok farklı imparatorluğa karşı mücadele veriyor. Sadece bir ulus devlet kurmakla da yetinmeyip bir medeniyet anlayışını, hatta bir kültürü ve toplumu yeniden ayağa kaldırma uğraşı veriyor. Cumhuriyet yeni kurulduğunda etrafındaki medeniyetleri bir düşünelim, bugünküne belirli açılardan benzeyen bir tablo varmış zaten. Güneyinde boylu boyunca Levanten Arap medeniyeti var, kadim olsa da sömrügecilikten, savaştan, teknik gelişmeleri yakalayamamaktan çok yıpranmış. Hemen yukarıda binbir etnik kökeni ve dini uzlaştırmaya çalışan Sovyetler var. Başlangıçta daha heterojen bir yapıda olsa da, Slav egemenliğinin yerleşeceği belli. Balkanlar ise tam bir keşmekeş. Onlarca dil, kültür ve etnik köken derken oranın da uğraştığı sorunlar saymakla bitmez. Yaygın kullanılan en üç tane alfabe olması da tesadüf olmasa gerek. Doğuda ise İran kültürü de bütün görmüş geçirmişliği ve estetiğiyle duruyor fakat yeni çağa ayak uydurmak için 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde İran’ın da erken dönem Cumhuriyet’ten ilham alacağı unutulmamalı.
Dolayısıyla iddia ediyorum ki dil devrimi dilden de kültürden de ötesini ilgilendiren bir devrimdi. Yeni kurulan Cumhuriyet’in, “Ben buradayım, bu coğrafyada şundan veya bundan taraf değil, kendime has bir unsurum.” demesinin en hızlı ve pratik yolu olarak belirmiş. Latin alfabesi de doğal tercih olmuş, hem Türkçeye güzel uyuyor hem de bu coğrafyada sık karşılaşılmıyor. Diğer medeniyetlerden kendisini ayıran Türkiye kendini farklı bir yere konumlandırarak yeni bir vizyon ve stratejik bir konum hedeflemiş oluyor. Dil devriminin etkilerini de bununla beraber değerlendirmek gerekir. Etrafımızdaki tüm dillerden aldığımız binlerce kelime, yüzlerce ifade var. Bunların hiçbiri bu “özgün” pozisyona zarar vermemiş çünkü Türkçe bunun da altından kalkabiliyor. Varsın “müşkül” Arapça, “pesent” de Farsça olsun, “müşkülpesent” değişik ve hoş bir Türkçe kelime oluveriyor. Örnekleri çoğaltılabilir. Dışarıdan hiçbir etki ve katkıyı istemeyen aşırı muhafazkârlık veya yabancı bir dile aşırı hayranlık ile kendinden geçerek ve hatta kendinden vazgeçerek ipin ucunu kaçırmak. İkisinden de kurtulmak mümkünmüş, dil devrimi de bu imkanı değerlendirmiş zaten.
Hem evrenselliğin, beynelmilelliğin tam ortasında bir toplum yaratılmış oluyor hem de kendine has bir kültür bu toplumun çekirdeğine yerleşmiş oluyor. Ardından bir jeopolitik hamle yapılırken, Türkiye diye bir yerin olduğu ve buranın kendine özgü karmaşık, harmanlanmış ve dinç bir kültürü olduğu fikri ilan ediliyor. Tabi bunu izolasyoncu, içe kapanık bir uluslararası politika anlayışına da yormamak gerekir. Belirli sorunları Milletler Cemiyetine taşımak, Balkan Antantı, Sadabad Paktı ve benzeri girişimler bu dönemde Türkiye’nin yalnızlığı tercih etmediğini açıkça belirtiyor. Aslolan, öyle sanıyorum ki, bir jeopolitik manevrayı dil ve alfabe üzerinden gerçekleştirmek, hiç değilse pekiştirmek. Türkiye’nin şu veya bu yabancı medeniyet ile tanımlanmasını değil, kendi ayakları üzerinde duran bir ülke olarak bilinmesini istemek.
Yine sanıyorum, Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir sürü kuram ortaya atılmış, benimsenenler veya terk edilenler olmuş. Hepsinin de amacı bir öz, köken veya geçmişi aramak, araştırmak. Bugünden bakıp bu duruma ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve benzeri yakıştırmalar yapanlar belki de benim gördüğüme inandığım jeopolitik hamleyi görmediklerinden yapıyorlardır, kim bilir?
Diyelim söylediğim şeyler hasbelkader doğru. Yani dil üzerindeki değişimler aslında son derece jeopolitik süreçlere, hamlelere işaret ediyor olsun. Bugünün Türkçesi ülkemizin konumu hakkında ne söylüyor olabilir? Kuşkusuz bu soruları sormak dışında elimden bir şey gelmiyor, cevabı son derece karmaşık olsa gerek. Soruyu doğru sormak bile bir mesele. Ama hakikaten de Türkçenin geçtiği aşamalar ile ülkenin sosyo-ekonomik durumu arasında net bir bağlantı görmüyor muyuz? Acaba istatistikçilerin bahsetmeyi çok sevdiği üzere arkada bir üçüncü neden bu iki değişkeni birden mi etkiliyor? Yoksa istediği kadar üçüncü, dördüncü nedenler olsun; dil ve siyasal konum sıkı sıkıya bağlı iki şey mi? Düşünce üretip bunu yazıya, söze dökme sürecinin önemini farkındayız. Fakat kasıtlı ya da kasıtsız kullandığımız dilin düşüncemize olan etkisini bu kadar farkında mıyız? Diğer bir deyişle düşünceleri ifade etme biçimlerimiz daha sonraki düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de bulunduğumuz durumu etkiliyor mu? Ben anadilimi biraz daha yakından tanıdıkça bu soruya kesin bir “evet” yanıtını vermeye daha da çok yaklaşıyorum. Ya siz?