Madem Unutacağız, Onca Kitabı Niye Okuyoruz?

Kitap okumak ne tuhaf bir iş değil mi? Her şeyden önce bugün sıkça yaptığımız diğer pek çok etkinliğe pek benzemiyor. İnsan dikkatini kendi kendine toplamak zorunda, önünüzden akıp geçen bir ekrana, notaya veya bir anıya kapılıp gitmiyorsunuz, gidemiyorsunuz; o sayfalar yoğun yazıları, güzel kokuları içerisinde akıp gitmenize her zaman izin vermiyor. Netflix veya YouTube’daki gibi bir “ileri sar” butonu yok, hatta kitabı elinize alıp bilincinizi özellikle yönlendirmezseniz, o kitap hiç bitmez. Benim gibi dikkati dağılınca aynı paragrafı on defa okuyanlar acımı hemen anlayacaklardır. Demem o ki kitap okumak için etkin biçimde bir dünya kurmak gerekiyor. Kurgu da olsa, başka türlü de olsa kitap insanı kendine ait bir şema oluşturmaya zorluyor. Belki de bu yüzden “kerameti kendinden menkul” bir şey. Sahi, herkes kitap okumanın yararlarından bahsediyor, baksanıza ben bile yaşıma başıma bakmadan katılmışım o kervana. Fakat kerametinin kendinden menkul olduğu iddiası bambaşka bir sorun yaratıyor.

Her örgün eğitim döneminin sonunda ilköğretim ve lise öğrencileri tatile girdiklerinde ana haber bültenlerinde çalışanlar rahatlıyor olsa gerek nitekim hep aynı haberleri duyuyoruz. “Çocuklar tatillerini kitap okuyarak geçirmeli.”, “Uzmanlar çocukların kitap okuması gerektiğini söylüyor.”, “Çocukları tabletlerden ve televizyonlardan uzak tutmalıyız.” Şüphesiz alkolik bir insana alkolün zararlarını anlatmaktan daha faydalı değil bu haberler, çocukların canı her zaman kitap okumak istese zaten böyle haberler olmaz. Anne babalar da çocukları kitap okusun istiyordur, rehberlik öğretmenleri de; hatta nasılsa garip bir çağda yaşıyoruz, söyleyeyim gitsin, belki çocuğun kendisi bile kitap okumak istiyor olabilir. Bu, kitap okumanın müthiş faydalı bir eylem olarak yansıtılmasının doğal bir sonucu. Ne var ki kitap okumanın neden yararlı olduğu, olabileceği hiçbir zaman anlatılmaz. İyidir işte kitap okumak. Uzatmayın, ara tatillerde olur, bayram tatillerinde kitap okutun işte, boş kalmasın çocuk. Ey yetişkinler, sizin için de ara tatil olmuyor madem, siz de plajda falan bir şeyler alın elinize. Ne çok ciddi, ne çok gevşek ortaya karışık bir şeyler okuyuverin. Hem çocuk da özenir belki.

Kervan yolda düzülür doğru ama kervanın sırası bile karışık olunca, hangi yol derde deva olsun? Hop, bir başka dert musallat olur sonraları. “Bizim çocuk kitap okumuyor.” Niye okusun ki zaten? Abur cubur yerine brokoli yemek ile aynı hiyerarşik düzeyde sunulan bir eylemi bir insan tatilde niye yapmak ister? Zerre şüphem yok, eve “şu kitabı oku” diye gönderilip de başka bir kitap okumak isteyen çocuk, kendi istediği kitabı da çoğunlukla okumaz. İstediği kadar dâhi olsun, çalışkan olsun, matematik ödevinden sıkılıp da kendi kendine matematik çalışmaya karar veren kaç kişi var bu dünyada?

Şimdi meseleyi en tehlikeli soruna getireyim. Büyüyünce bu sorunları atlattığımıza dair safça bir inancımız var. Yetişkin olmanın en güzel yönlerinden biri de insanın kendi bahanelerini yaratmasından kendisinin sorumlu olmasıymış. Artık sıkıcı kitap önerileri, zorla okutulan metinler gibi hazır bahaneler olmadığı için kitap okumamanın başka gerekçeleri olmalı. Bir kısmına hepimiz aşinayız. Beyaz yakalının mazaretleridir bunlar. Toplantı raporu okumaktan gına gelmiştir, mesaiye kalınmıştır, eve dönmek çok uzun sürmüştür ve daha nice badireler atlatılmıştır. Heyhat, bunlar gerçek birer bahane, ama insan hızla geçen zamanı fark edip de paniğe kapılınca Stendhal Sendromu denen o çirkin canavar bıyık altından sırıtıp sormaz mı, “15 senedir bitmedi mi o toplantı raporu?” diye.

Bunlar yine kitap okumanın küçüklükten itibaren bir “görev” gibi yansıtılmasının sonuçları olsa gerek. Kitap okumanın hayali bile prosedür gerektiriyor. Şu genç yaşıma rağmen kitap okumak için emekli olup Ege kıyısına taşınmayı beklediğini söyleyen arkadaşlar tanıdım. İnsanın keyif aldığı bir şeyi yapması için ille de bir sahil kasabasına yerleşmesi gerekseydi, dünya çok korkunç bir yer olurdu diye düşünüyorum. Dolayısıyla burada başka bir neden olmalı. Evet, kitap okumanın tamamen bir göreve dönüştüğü bir dünya, bu erteleme tavrını açıklıyor sanırım.

Kitap okumanın bir göreve, bir yatırıma dönüştüğüne dair önemli bir işaret de okuduğunu unutmaktan dert yananlar. Son zamanlarda bundan şikâyet eden insanlara sık rastlar oldum. Sırf bu yüzden kitap okumaktan soğuduğunu söyleyenler var. Soğumasa bile okuduklarını hatırlayamadıkları için üzüntü duyuyorlar. Gerçekten de okuduğumuzu unutuyoruz, yalan yok. 3-4 sene önce okuduğum kitaplardan bazılarının kurgusunu ana hatlarıyla hatırlayabiliyorum. Öyle ki okuduğum kitapların bir listesini yapmasam, bazı okuduklarımın adlarını bile çoktan unuturdum. Çok sinir bozucu bir durum. Fakat bir şeyin neden sinirimizi bozduğu üzerine etraflıca düşünmek sinirimizi bozan şeyden çok kendimiz hakkında ipuçları veriyor. Öyleyse biraz daha yakından bakalım, ne olabilir bu sinir bozan unutkanlığın aslı?

Kitap okumanın bir entelektüel faaliyet, bir meşgale olmaktan öteye geçmesi ya da hiç o noktaya varamadan yüzeysel bir iş olarak kalmasının bir sonucu da kitabı sadece içindeki bilgi nedeniyle okuma çabası. Ezberlemenin, akılda tutmanın bir cazibesi var. Bir sahiplenme duygusunu tatmin ediyor. Kitabın içindeki bilgiyi kendi üzerimize geçirmek fakat bununla da yetinmeyip emrimize amade etmeye çalışmak faydasız bir çaba ama hoş bir hayal. Anın uçuculuğuna aldırış etmeden o an zihnimizin hemen önünde bir bilginin durması ve bizim bunu “hafızaya attığımıza” inanmak en safça, en çocukça duygunun eseri olmalı, yapamayacağımızı bildiğimiz halde deniyoruz. Yine de ne kadar uğraşırsak uğraşalım her şeyi hatırlayamayacağımızı bize hatırlatan bir ses olmalı. Bu bazen tevazunun sesi, bazen doğa yasalarının sesi, bazen rasyonalitenin sesi oluyor; meşrebine göre. Bunu bilmek ezberin önüne geçmiyor ki ezberin kısmi yararı da ortada. Tarih dersinden geçmek için birtakım sayıları ezberlemek lazım, insanın bazı şiirleri hiç unutmaması lazım. Hiçbir şey olmasa, bazı sözleri hiç aklından çıkarmamalı insan. Fakat bir kitap okuduktan sonra düşün dünyamızda neyi değiştirdiğini düşünmektense hafızamızda neyin kaldığını sorgulamak basit bir üzüntü değil gibi. Daha çok, sürekli bir şeylere sahip olmak isteğinin entelektüel boyutta yaşanan haline benziyor. Hatta belki de kitap okumanın yararlarını öğretmektense, yararlı bir şey olduğunu ezberletip geçmek de aynı mantığın ürünüdür, kim bilir?

İşin bir boyutu daha var tabi: Görev bilinciyle yaptığımız bir işin ödülünü beklemek. Madem bu bir iş, nasıl olur da 5 sene sonra yaptığımız işin yararını somut olarak göremeyiz? Halbuki, Ralph Waldo Emerson yaklaşık 150 sene öncesinden durumu açıklamaya çalışmış, çevirimi mazur görürseniz: “Okuduğum kitaplar en fazla yediğim yemekler kadar hatrımda kalmıştır. Varsın öyle olsun, sonuçta beni ben yapan onlardır.” Yediğimiz yemekleri nadiren hatırlıyoruz ya da bir arkadaşla edilen sohbetin her ayrıntısı pek de akılda kalmıyor. Nitekim bu bir lanet değil de bir lütuf gibi zaten; her şeyin hatırlandığı bir dünyada anılarımız olmazdı diye düşünüyorum, olsa olsa hafıza kartı gibi tak-çıkar belleklerimiz olurdu. Her şeyi hatırlamamanın; bazı şeyleri çok daha renkli, çok daha canlı anımsarken bazı satırların, deneyimlerin, melodilerin soluk kalmasını bir doğal seçilim olarak görmek yararlı olabilir. Ne olmuş yani o romanın sonunda ne oluyor hatırlayamadıysanız? Yazarı bile unutmuştur belki. Belki kitabın serimi, düğümü çok güzel olmuş fakat yayıncı çözümsüz roman basmam diyince yazar çalakalem yazmıştır kitabın sonunu. Gönülsüzce yazılınca da aklımızda kalmamıştır. Ya da tam tersi olsun, bir kitabın başkahramanı gelmiş geçmiş en iyi karakter olsa ne çıkar, belki yaşımız yetmedi de anlayamadık, belki de o gün bambaşka bir şey aklımızı çeldi, o yüzden kitap da aklımızdan uçtu gitti. Bir karakter beş sene hafızamızda yer etmedi diye biz mi suçluyuz? Öyle sanıyorum ki değiliz, bizi bizden çalan beklentilerimiz olsa gerek.

Yediğimiz her lokmanın, içtiğimiz suyun hafızamızda hesabını görmüyorken, izlediğimiz her bir filmin künyesini aklımızda tutmak için özel bir çaba harcamıyorken kitaplar için benzer bir isteğimizin olması bizim hakkımızda ne söylüyor? Kitabın bize verebileceğinden fazlasını mi istiyoruz? Yoksa zaten kitap bizim istediğimizden de fazlasını veriyor da biz başka bir yöne mi bakıyoruz? Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un geçtiği sokakların adını varsın Google bize söyleyiversin, biz kitap sayesinde suç ve ceza hakkında biraz daha ince düşünebiliyorsak, kısa günün kârı derim. Hatta hafızamızda o düşündüklerimiz birer bilgi parçacığı olarak değil de birer analiz veya yorum olarak kaldığında upuzun bir ömrün kârı da olabilir.

Öyleyse kitap okumak kimi zaman sadece bir entelektüel faaliyet ya da sadece bir dinlence olabilmeli. Ha tabi, yine de herkes sevdiceğini etkilemek için bir şiir, bir tirad, bir pasaj ezberlemeli, artık o da meşrebine göre. Fakat on sene önce okuduğumuz fakat başkahramınını bile hatırlayamadığımız kitap inanıyorum ki bizimle, bizi biz yapan bir parça olarak duruyor. “Sen daha büyüyeceksin, ye.” derlerdi sofrada, şimdi de biz gençlere “Sen daha büyüyeceksin, oku.” demeleri lazım. Ailem bana zamanında “Canın ne çekiyorsa onu oku, zaten bir yerden sonra kalitelisini kalitesizinden ayırt edersin.” demişti. İyi kitabı kötüsünden ayırt edebiliyor muyum, hiç emin değilim fakat hâlâ canımın çektiğini okuyorum. Bazen hiçbir şey hatırlamıyorum, bazen en absürt cümleler ezberimde kalıyor, tıpkı güzel sofralar, tatlı melodiler ya da insanın ufkunu açan anlar gibi. Entelektüelizmin “her şeye sahip olma, her şeyi bilme” hırsını köreltip eldeki bilgiyi, yorumu ve kitabı en güzel biçimde değerlendirmek için ben okuduklarımı unutmaya hazırım.

Bunları da sevebilirsiniz