Çevre Krizi Üçüncü Dünya Ülkelerindeki Kadınların Hayatlarında Neler Değiştirdi?

 

Bir önceki yazımda çevre krizine karşı bireysel tutumların ne ölçüde etkili olduğuna dair soru ve sorunlarımı sizinle paylaşmıştım. Yine aynı yazıda çevre krizinin bir toplum krizi olduğundan söz etmiş, yarattığı kötü sonuçların bazı ayrıcalıksız gruplardan insanları diğerlerinden daha çok etkilediğine değinmiştim. Bu yazımda bu adaletsiz dağılımı biraz daha spesifikleştirmek ve çevre kriziyle üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar arasındaki ilişki üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Bunu yaparken çevre ile kadın ilişkisi meselesini merkezine oturtmuş olan ekofeminizmden bahsetmemek olmaz diye düşünüyorum. Dolayısıyla önce ekofeminizmin çevre-kadın ilişkisine nereden baktığına ve çözüm olarak neler sunduğuna değinmek, akabinde de var olan güncel problemlerle bunu somutlaştırmak niyetindeyim. Tabii bu uzun girizgâhı bitirip asıl meseleye dalmadan önce hatırlatmak isterim ki ekofeminizm de tüm teoriler gibi çok geniş ve bolca alt dalı olan bir yaklaşım. Burada hepsine değinmek imkânsız olduğu kadar gereksiz de. Bu sebeple sadece sınırlı bir perspektiften, sosyoekonomik farklılıkları temel alan bir ekofeminist yaklaşımı ön planda tutma niyetindeyim.

Ekofeminizm en basit haliyle çevrenin tahakküm altına alınmasıyla kadının baskılanmasının ayrılamaz bir şekilde bağlı olduğunu öne sürüyor. Bu iddiasını da epey somut örneklerle destekliyor. Mesele etik bir mesele olduğundan, problemleri erkek egemen bir ahlak anlayışının etkileri çerçevesinde inceliyor. Yüzyıllar boyunca günbegün gelişen(!) medeniyetimiz, medeniyetin vazgeçilmez temeli olan etiği beyaz erkeğin bir diğer beyaz erkeğe (ki beyaz erkeğin de belirli bir sosyoekonomik sınıfta olması şartıyla) karşı sorumlulukları üzerine kurmuş. Kaçınılmaz olarak, kimileri ötekileşmiş bu hikâyede. Doğa, tüm varlıklardan üstün insana sunulmuş bir lütuf, kadın da etik sorgulamanın öznesi olamayacak kadar “yetersiz”, “kırılgan”, “güçsüz” görülmüş. Bu akıbet ötekilikten mustaripleri birbirine bağlı hale getirmiş ve kurtuluşlarını da bağımlı kılmış dersek tam de ekofeminizmi anlatmış oluruz zannediyorum. Bu sınıflandırma salt bir cehaletin ya da yanlış öğretilerin masum sonuçları olarak kalmamış, sosyoekonomik değişimlerle beraber paradigma da değiştirmiş. Öyle ki kapitalist üretime geçilmesinden sonra baskılama ve tahakkümün nicel ve nitel bakımlardan büyük değişimlere uğradığını görmek mümkün. Kendini sürdürebilmesinin tek yolu insanların yönetilemeyeceği bir engelle karşılaşmamasına bağlı olan bu ekonomik sistem, ne zaman krizle karşılaşsa ötekiyi daha da öteki yapmak suretiyle sınırları zorlamaya devam etmiş ve etmekte. Önde gelen ekofeministlerden Vandana Shiva ve Maria Mies Ekofeminizm adlı kitaplarında bu durumu kolektif bir şizofreni olarak adlandırmakta. Kolektif şizofreni hem karnım doysun hem pastam dursun mantalitesiyle bazılarına acı çekmeyi reva görme durumu ve çevrenin bize verdiği tehlike sinyallerini ufak tefek reformlarla çözmeye çalışarak bunu sonsuza dek sürdürebileceğimize duyulan bir sanrı olarak özetlenebilir. Bütün bu hikâyeden çıkarabileceğimiz kısa ve net sonuç, sosyoekonomik tarihin ve etik tarihinin izini sürdüğümüzde çevrenin ve kadının yaşadığı sorunların birbirinden bağımsız düşünemeyeceğimiz. Ekofeministler de binaenaleyh bize diyorlar ki, madem kökenleri bir ya da benzer iki acil çözülmesi krizden bahsediyoruz, bunları çözebilecek en makul yaklaşım da krizlerin ortak temellerine dayanmalı.

Bu özetin de özeti olan ekofeminizm tanımından sonra gelin bir de az evvel bahsettiğim rapora dönüp ekofeminizm öğretilerini uygulamalı pekiştirmeye çalışalım. Başta da bahsettiğim gibi ekofeminizm çok fazla dallanıp budaklanmış bir teori. Dolayısıyla farklı yaklaşımların sundukları çözüm önerileri de aynı şekilde farklı. Umuyorum ki bir başka yazıda çeşitli ekofeminist çözümlere değinme fırsatı bulurum, ancak şimdilik sadece neredeyse tüm ekofeminist yaklaşımların kabul ettiği “çevrenin tahakküm altına alınmasıyla kadının baskılanmasının ayrılamaz bir şekilde bağlı olduğu” düşüncesini daha somutlaştırmayı hedefliyorum. Ayrıca, yine başta da belirttiğim gibi ekonomik tarihte ne gibi niteliksel ve niceliksel farklılıkların yaşandığını vurgulayan ve literatürde konstrüktivist ekofeminizm adıyla yer edinmiş akıma daha yakın duracağımı belirtmek isterim.

Gitgide artarak devam eden çevre problemlerinin neler olduğunu anlatmak için çok uzaklara gitmek gerekmiyor. Günlük hayatımızda bile birçok alanda bu krizin yarattığı etkilerle karşı karşıya geliyoruz. Bulunduğumuz ayrıcalıklı noktalardan deneyimlediğimiz bu etkiler durumun en korkunç yüzünü yansıtmıyor elbette. Küçük dünyalarımızın dışına çıktığımızda bu krizin daha vahim etkilerini görmek mümkün. Daha fazla etkilenen gruplar genellikle ayrıcalıksız veya dezavantajlı gruplar. Kadınlar ve daha spesifik olarak benim bu yazıda bahsedeceğim üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar da tam olarak bu tanıma uyuyorlar. 2020 yılında Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddet ve Çevresel Bağlantıları adlı bir rapor IUCN tarafından erişime sunuldu. Rapor oldukça uzun ve birçok örneği içinde barındırıyor. İlgilenenlerin raporun kendisini okuması çok daha faydalı olacaktır. Ben, naçizane, beni etkileyen birkaç veriyi paylaşmak niyetindeyim. Bildiğimiz üzere her dönemde ve her yerde gruplar arası ve grup içi farklılıklardan söz etmek mümkün. Sosyal bilimde kesişimsellik olarak yer bulan terim her ötekiliğin bir olmadığını, ötekinin bir diğer ötekilerden bile daha öteki olabileceğini çok iyi açıklar. Dolayısıyla ne her kadının ötekiliği ne de bu konumları gereği sırtlandıkları sorumluluklar bir değil. Başka ülkelerden, başka sosyoekonomik sınıflardan, başka ırklardan ve bir sürü başka etmenle ayrışan kadınların bir diğerinden nasıl daha dezavantajlı konuma düşebildiği tam da bu raporun konusu. Mevzubahis raporda çevre kirliliği ve dolayısıyla küresel ısınmanın kadınların deneyimlediği şiddeti ne ölçüde artırdığından bahsedilmekte. Kesişimsellik kavramına uygun olarak üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar genel kadınlar kümesine nazaran krizin daha kötü sonuçlarını sırtlanıyor. Gelin bunu çok iyi açıklayan bir örneklere, Kenyalı kadınların günlük mücadelelerinden başlayalım. Kenyalı kadınların diğer birçok kadın gibi üretim kaynaklarına sahip olmaması ve gitgide artan gıda kıtlığının yaşam şartlarını daha da zorlaştırması sebebiyle gıda elde edebilmek için ne gibi yöntemlere başvurmak zorunda kaldıklarından haberdar mıyız? Rapor gösteriyor ki yetersiz beslenmeden mustarip bu kadınlar, balık karşılığı erkek balıkçılarla cinsel ilişkiye girmek zorunda kalıyor. Hatta bu o kadar yaygın hale gelmiş ki, Kenya’da bunun artık bir ismi var: jaboya sistemi. Kişilik haklarının ihlâli bir yana, üstüne üstlük bu durum kadınları çeşitli cinsel hastalıklara karşı da savunmasız hale getiriyor. Rapordaki tek örnek bu değil. Kadınların ve kız çocuklarının ağırlıklı olarak üstlendiği su taşıma işi, su kaynaklarına erişim zorlaştıkça bu insanları şiddete karşı daha savunmasız kılıyor. Özellikle Sahra Altı Afrika’da önplana çıkan bu durum da yine yalnızca çevreyle kadının ortak baskılanma yazgılarını değil, ayrıca her bir dezavantajın birinci dünya ülkeleri kadınlarıyla üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar arasında bile ne gibi çıkar ve külfet farkı yarattığını açıklar nitelikte.

Umarım bu örnekler ekofeminizmin genel çerçevesinin yanı sıra herhangi bir grubu homojenmiş gibi varsayma yanılgısına da dikkatinizi çekmiştir. Aksiyona geçmek için zamanımızın gitgide azaldığı krizler yüzyılında, toplumsal krizleri ve bir toplum krizi olan çevre krizini çözmek için her şeyden önce bu yanılgıdan çıkmak, çözüme doğru büyük bir adım olmaz mıydı sizce de?

Kaynakça: https://portals.iucn.org/library/sites/library/files/documents/2020-002-En.pdf

Bunları da sevebilirsiniz