Dil ve Felsefe İlişkisi Hakkında Kısa Bir Giriş

 

Bu yazıda, anlam dünyamızın temel unsuru olan dil kavramına kısa bir giriş yapacağız. Düşüncelerimizin, duygularımızın ya da olgusal bir durumun tasvirini aktarmada temel araç olarak kullandığımız dil, aynı zamanda bilgi, doğruluk ve hakikat kavramlarını tanımlarken kullanmaktayız. Bu sebeple, dil felsefesinde temel tartışmaların neler olduğunun çözümlenmesi sadece dile dair sorularımıza değil, aynı zamanda diğer temel felsefi sorulara da yanıt bulmamızı sağlayacaktır. Kapsamlı bir felsefi çözümleme için dile dair kuralları ele alan çalışma alanı olan dilbilimi ve bu bilimin alt disiplinlerini kısaca inceleyeceğiz.

Dil anlam dünyamızın temel unsurudur. Anlam dünyamız içinde etrafımızda gördüğümüz tek tek nesnelerin kavranması, düşüncelerimizin şekillenmesi ve bu şekillenen düşüncelerin bir başka kişiye doğru ve etkin bir biçimde aktarılması yer almaktadır. İnsanı diğer canlılara göre farklı kılan yönlerden birisi gelişmiş bir soyutlama ve buna bağlı olarak ileri bir akıl yürütme yetisinin olmasıdır. Bu yetinin kazanılmasında dil temel unsurdur. İnsanın dil yeteneği ne kadar gelişirse soyutlama ve ona bağlı derin ve geniş çaplı düşünme yetisi de o oranda gelişmektedir. Bir olguya ya da duruma dair ne kadar çok kavramsal çeşitliliğimiz varsa o olgu ya da durumu çok yönlü ve ayrıntıları ile kavramaya yönelik o kadar elimizde araç var demektir. Tüm bunlara ek olarak bilgi, varlık, hakikat, doğruluk, düşünce gibi felsefi sorular içinde merkezi yer tutan kavramların dil felsefesindeki temel tartışmalar ile ilişkilendirilerek düşünülmesi, bu kavramları daha derinlemesine anlamayı sağlayacaktır. Bu sebeple, dil felsefesinde temel tartışmaların neler olduğunun çözümlenmesi sadece dile dair sorularımıza değil diğer temel felsefi sorulara da yanıt bulmamızı sağlayacaktır.

Dil, doğası gereği bir aktarım aracıdır. Bu aktarım herhangi bir düşünceyi, duyguyu, dileği ya da olgusal bir durumun tasvirini içerebilmektedir. Bu aktarımın karşıdaki kişi tarafından anlaşılması ve buna tepki verilmesi durumu ise iletişimdir. İnsanlar iletişim için söz, yazı ve işareti içeren çok çeşitli araçlar kullanmaktadır. Bu araçların her birinin ortak özelliği bir tür temsil özelliği taşıyor olmalarıdır. Dildeki sözcükler etrafımızdaki nesnelerin ve eylemlerin tasvirinin en temel temsilleridir. Bu türden bir temsili hiç okuma yazma bilmeden, sadece sözel olarak da gerçekleştirebiliriz. Bunun dışında, doğuştan gelen duyma yetisi kaybı sonucu, sözel bir iletişime giremeyebiliriz; ama bu sefer de işaret dilini kullanarak o sözcüğün temsilini gerçekleştirebiliriz. Burada ortaya çıkan sonuç, bir nesnenin ya da eylemin çok çeşitli temsil biçimleri ve bu temsil biçimlerinin çok farklı aktarım şekilleri olabildiğidir. Tüm bu biçim ve şekil farklılıkları dilin doğasına dairdir.

Temsil ve iletişimin başarılı bir şekilde gerçekleşebilmesinin temel koşulu ortak bir anlam dünyasına sahip olmalarıdır. Bu noktada karşımıza çıkan soru bu anlam dünyasının nasıl oluştuğudur. Bu soruyu farklı bir biçimde de ifade edebiliriz: Doğduğumuzda var olan anlam dünyasının içine mi doğmaktayız yoksa bizler anlam dünyasının oluşmasında etkin özneler miyiz? Ancak bu noktada bu sorudan yola çıkarak dilin doğasına dair ele almamız gereken bir başka soru daha var: temsil sistemlerinin yapısı nasıl anlaşılmalıdır?

Dil bir aktarım aracı olarak yazı, söz veya işaret gibi değişik temsil sistemlerine dayanmaktadır. Her bir temsil sistemi de kendi içinde çeşitlilik gösterir. Yazı için kullandığımız temsil sistemleri birbirilerinden çok farklıdır. Yazı dillerindeki farklı temsil sistemlerine örnek olarak Yunan alfabesi ve Latin alfabesi gibi alfabetik yazı dillerini, Maya yazıtları gibi logografik yazı dillerini, Mısır hiyeroglifleri gibi piktografik temsil sistemlerini örnek gösterebiliriz. Buna ek olarak işaret dili için de çok farklı temsil sistemleri kullanabilmekteyiz. Parmak alfabesi, Fransız İşaret dili ve Türk İşaret dili gibi temsil sistemlerini bunlara birer örnek olarak gösterebiliriz. Dilin asli unsuru olan bu temsil biçimleri ve onların çeşitliliği için genel bir kurallar bütünü çıkarabilir miyiz? İşte bunu gerçekleştirmeye çalışan disipline dilbilim demekteyiz.

Dilbilim, özellikle 20. Yüzyılın başında bu alanın kurucusu olarak bilinen Ferdinand de Saussure’ün çalışmalarıyla kuramsal ve sistematik bir boyut kazanmıştır. Dillerin kökeni veya tarihsel boyutu yerine, dilde anlam taşıyan işaret birleşimlerine odaklanmıştır. Saussure göstergeler sistemi olarak adlandırdığı yapı aracılığıyla dildeki temel yapısal dizgeleri tanımlamış ve bu göstergeler yardımıyla dildeki işaretlerle veya sembollerle anlamı ilişkilendirmiştir. Dilbilim çalışmaları, dil felsefesine dair sorulan birçok sorunun çözümlenebilmesi için oldukça önemlidir. Dilbilim altında birçok farklı alt çalışma alanı bulunmaktadır.

Dil bilim çalışmalarının bu alt disiplinleri kuşkusuz dil felsefecilerine birtakım problemlerin çözümünde oldukça faydalı birer araç sunmaktadır. Anlambilim, temel olarak felsefe önermelerinin doğruluk ve anlam ile olan ilişkisini ortaya koyar. Biçimbilimi ise belirli doğal ya da yapay dillerde ortaya çıkan dizgelerin kurallar bütünü tanımlayarak, sonlu bir kurallar bütününden nasıl kuramsal olarak sınırsız ifade çeşitliliğinin yaratılabileceğine dair çözümleyici ve bütünleştirici bir çalışma alanı sunar. Biçimbilim ise dilde yer alan sözcüklerin biçimlerini inceleyerek farklı sözcük kategorilerinin oluşumun dildeki çeşitli yapı farklarını ortaya koymamızı sağlar. Ses bilim işitme organının duyabildiği titreşimlerin iletişimi sağlayan dili nasıl oluşturduğunu inceler. Ad bilim ise özel ve tür adlarının oluşumunda ne gibi etkenlerin belirleyici rolü olduğunu araştırarak felsefecilere yardımcı olur.

 

Bunları da sevebilirsiniz