Çevre krizi kanserli bir hücre misali tüm gezegenimize hızla yayılıyor. Küresel ısınma, kirlilik, biyolojik çeşitliliğin azalması, ormansızlaşma bu sorunlardan sadece birkaçı. İnsan kaynaklı tüm sorunlarda olduğu gibi çevre sorunu da yoksulu varsıldan; kadını erkekten, kısacası ayrıcalıklıyı dezavantajlıdan sık sık ayırıyor. Adaletsiz bir dağılımla da olsa her halükârda herkes payına düşeni alıyor bu krizden. Güncel bir örnek vermek gerekirse, bir seneye yakın süredir hayatlarımızı etkileyen COVID-19 pandemisinin de öyle ya da böyle bir çevre kriziyle ilgili olduğu gerçeğini inkâr edebilir miyiz? Hâl böyleyken son yıllarda dünya çapında çevre farkındalığında bir artış yaşanmakta. Etkisini hayatımızın her alanında hissettiğimiz bu olgu hakkında ne bireysel olarak ne de siyasi olarak eylemsiz kalabiliyoruz. Hem insan merkezci hem de ekoloji merkezci görüşe sahip olan bireyler kendi kaygıları doğrultusunda çevre krizini çözmeye yönelik adımlar atmaya çalışıyor. Devletler çeşitli yasalar ve anlaşmalarla kriz hakkında önlemler almaya çalışıyor. Hatta ve hatta seçim kampanyalarında çevre krizi çok güçlü bir argüman olarak kullanılıyor. Yapılan bir araştırmaya göre ABD seçimlerinde Joe Biden’a oy verenlerin büyük bir çoğunluğu bir etmen olarak çevre duyarlılığı kıstasını almış. İşin siyasi boyutunu bu yazı için şimdilik bir kenara bırakmak istiyorum. Bana kalırsa bu krizi siyasi ve ekonomik (burada söz ettiğim siyasi ve ekonomik kavramı var olan sistemde ufak düzenlemeler yapmaktan daha fazlasını gerektiriyor), yani daha genel anlamıyla altyapısal değişimlerle çözme imkânı tartışma dahilinde değil. Elbette bu sorunu çözecek temeller bu değişimlerde yatıyor.
Benim asıl yapmak istediğim şey bu kriz hakkındaki bireysel tutumların irdelenmesi. Sosyoekonomik durum, eğitim seviyesi, politik görüş vb. etmenlerin etkisiyle bireysel çevre farkındalığı tutumlarında farklılıklar olsa da birçok insan bireysel anlamda bu krizin durdurulmasına katkıda bulunmaya çalışmakta. Son yıllarda özellikle genç nüfus arasında artan geri dönüşüm farkındalığı, sıfır atık hareketi, vegan/ vejetaryen beslenme gibi örnekler bu tür bireysel çabalardan birkaçı. Bütün bu bireysel aksiyonları desteklemekle beraber şüpheci yaklaşmadan duramadığım bir soru kafamı kurcalıyor: yalnızca bireysel tutumlar, önlemler ve farkındalıklarla çevre sorununu çözebilir miyiz? Çözüm büyük düzendeki küçük piyonların ufak çabalarıyla çözülebilecek kadar basit mi yoksa sistemi korumak pahasına geri dönüşü olmayan bir yolda hızla ilerliyor muyuz? Yaptıklarımızın kendimizden memnuniyetimizi artırmak dışında hiçbir katkısı var mı?
Bir süredir kafamda olan bu soruları daha sistematik hale getirip irdelemeye başlamam bu dönem aldığım bir ders sayesinde oldu. Bu ders için her hafta çevreyle ilgili haberler paylaşıyor, başkalarının attığı haberlere yorum yazıyoruz. Bir ayı aşkın süredir bu portalda dönen tartışmaların büyük bir kısmı bireysel olarak ne yapmalıyız sorusunu irdeler konumdaydı. Doğrusu ben de bireysel tutumların içinde olduğumuz bu krizden çıkmak için önemli inisiyatifler olduğuna inanıyordum — hâlâ da radikal bir biçimde tam aksini düşünüyor değilim. Ancak tüm krizlerde olduğu gibi tüm sorumluluğu da suçu da bireylere atamak kanıksanacak cinsten bir tutum değil. Yine bu ders dahilinde okuma fırsatını elde ettiğim etkileyici bir kitap, John Bellamy Foster’ın Savunmasız Gezegen’i, beni optimiste yakın tutumumdan uzaklaştırıp içimde büyük bir huzursuzluk yarattı. Kitabın iddia ettiği temel argüman çok açık: bu kriz bir çevre krizi değil, bu kriz bir toplum krizi. Dolayısıyla da çevre kirliliğine sebep olan asıl sosyal temelleri kökünden sökmedikçe, insan ve çevre ilişkisinin tarihi seyrini değiştirmedikçe ben payıma düşeni yapıyorum demek sadece vicdanımızı aklamaktan daha fazlası değil. Tarihi sosyal temellere dayanan bu sorunun çözümünü salt bireysel eylemlerde aramak yanlış, yanlış olduğu kadar tehlikeli de bir yaklaşım olabilir.
Madem bu kriz bir toplum krizi, o halde nedir bu krizi fitilleyen sosyal temeller ve ilişkiler? Tabii ki bu sorunun cevabı çok uzakta değil, yaşadığımız toplumun ta kendisinde. Aslında bakarsak çevre bozulmasının başlangıcı insanlık tarihinin kendisi kadar eski. Buna karşın tarımın gelişmesiyle kendini göstermeye başlayan bu durum tarihin bir noktasında niteliksel olarak da niceliksel olarak da hiç almadığı kadar bir ivme aldı. Ne zaman ve nasıl mı? Endüstrileşmeyle başlayan süreçte ve bunun hızla gelişen sonuçlarının — nüfus artışı, enerji kullanımındaki artış, kentleşme vb. — çevre insan ilişkilerindeki gerilimi sürekli artırmasıyla dersek yanılmış olmayız zannediyorum ki. Yüzyıllar boyu kanıksadığımız insan merkezli bir perspektif insanların hep daha fazlasını istediği, istemesi gerektiği öğretildiği bu sistemde sürekli olarak doğayı bir obje olarak aldı. Onu ihtiyacımıza ve isteklerimize göre yönetebilecek bir yerde gördük kendimizi, hâlâ da bir ölçüde görmekteyiz. Günümüzde içinde bulunduğumuz durum gösteriyor ki çevrenin böyle bir ilişki içerisinde konumlandırılması bir noktada insan aktivitesi ve bunun için gereken doğal kaynaklar arasındaki çelişkiden doğan bir çıkmaza sürüklüyor bizi.
Efendi köle ilişkisinin temellerini esas alarak muamele ettiğimiz bu ev sahibini, doğayı, çok hafife aldık. Bunun sonucunda da doğanın kendisinin çizdiği limitleri aşmanın bedellerini ağır ödedik ve hâlâ da ödemekteyiz. Dolayısıyla eğer bu krizin bir çözümü varsa o tam olarak bu ilişkilerin sorgulanması ve düzenlemesiyle olacak. Foster 1994’te yazdığı bu kitapta, bundan yaklaşık otuz sene öncesi için bu son çıkış diyor. Bireysel eylemlerin ötesinde bir yola girmek için kum saati çalışıyor ancak biz çıkışları kaçırmakta ısrarcıyız. İşte içime iyice yayılan şüphe ve umutsuzluk tam da bundan kaynaklanıyor. Yoksa, elbette inandığı değerlerle uyum içinde yaşamalı insan. Dolayısıyla bireysel hiçbir çabayı anlamsız bulmak ve insanları bu motivasyonlarından vazgeçirmek niyetinde değilim. Çok düz mantıkla bile bir şeyler için farkındalık duymak duymamaktan daha kötü olamaz diye düşünüyorum. Daha da önemlisi bireylerin kendilerinden başlayıp toplumları, sistemleri ve var olan eşitsizlikleri değiştirmekte öncü olabileceklerine tüm içtenliğimle inanıyorum. Bütün bu olumlu dünya görüşüm bir yana akıp giden ve geri döndürülemez zaman bir yana doğanın çığlıklarına bireyselden öte toplumsal olarak cevap vermek için ne kadar acele etsek o kadar iyi. Çünkü tarih pek çok kez gösterdi ve gösteriyor ki doğa onunla uyum içinde yaşamayanları affetmiyor ve kendi kendine bırakıldığında bilgece bir biçimde ona yapılanların bedelini ödetiyor.
Uzun lafın kısası, bireysel farkındalıklar her zaman iyidir. Ama söz konusu acilen gerçekleştirilmesi gereken bir değişimse, işte o zaman bireysel aksiyonlar bizi istenilen zamanda istenilen hedefe ulaştırmaz. En yakın çıkıştan çıkıp küresel anlamda doğayla daha uyumlu olabildiğimiz yeni bir döneme girebilmek dileğiyle!
Kaynakça
FOSTER, J. (1999). The Vulnerable Planet: A Short Economic History of the Environment. NYU Press.