Yapay Zeka’nın “Zihni” I – Zihin Felsefesinin Kısa Bir Tarihi

Günümüzde yapay zekâ hızla gelişen bir araştırma alanı haline gelmiş durumda. Satranç ve Go oyunlarında en başarılı insanları bile yenebilen, araç kullanabilen ve insan konuşmasını tanıyabilen yapay zeka teknolojilerine sahibiz. Yapay zekanın bu başarısı kimilerine göre insanların bilişsel yeteneklerini taklit etmede çok başarılı makineler geliştirmemizle açıklanabilir. Ancak durum buysa, yapay zeka bize insan zihnini incelemek için de harika bir fırsat sunmaktadır. Kendi yaratımımız olan yapay zeka teknolojilerinin bilgiyi nasıl işlediğini inceleyerek insan zihninin sırlarını çözmede ilerleme kaydedebiliriz, ne de olsa makinelerin yaptığı temelde bizim bilişsel süreçlerimizle aynıdır. Ancak bu resime karşı çıkanlar da olmuştur. Onlara göre makinelerin bilişsel süreçleri bizimkilerden radikal bir biçimde farklıdır. Bu yazı dizisinde öncelikle tarihsel olarak zihin kavrayışımızın nasıl değiştiğini, sonra bu değişimin sonucunda elde ettiğimiz kavrayışın yapay zekayla nasıl bir bağlantısının olduğunu ve son olarak bu bağlantıya ve dolayısıyla yapay zekayı anlamanın zihni de anlama olduğu fikrine karşı geliştirilen önemli bir düşünce deneyini inceleyeceğiz.

Zihnin belli yönlerini anlamak için çalışmalar yürüten birçok farklı disiplin vardır. Nörobilim, bilişsel bilimler, psikoloji gibi birçok alan zihni anlamada bize yardımcı olabilir. Ancak zihnin tam olarak ne olduğunu anlamak istiyorsak zihin felsefesine kulak vermemiz gerekir, ne de olsa bir şeyin ne olduğu hakkındaki en temel sorular genellikle felsefeciler tarafından sorulur. Birçoğuna göre, günümüz zihin felsefesinin kökleri 17. yüzyıl Fransız filozof ve matematikçi René Descartesa uzanır. Modern Felsefenin Babası kabul edilen Descartes, zihin konusunda dualist bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşıma göre zihin ve madde (ve dolayısıyla bedenlerimiz) birbirinden temel olarak farklı iki ayrı tözden meydana gelmiştir.

Descartes aydınlanma düşüncesinin temellerini atan ilk düşünürlerden biriydi. Fiziksel dünyaya tamamen mekanistik bir yaklaşım geliştirmişti: her şey onu önceleyen fiziksel durum tarafından tamamen belirleniyordu. Nedensellik önceden anlaşıldığı gibi ulaşılmak istenen amaca doğru bir yönelimsellik (ing. intentionality) değildi. Basit fiziksel nesneler birbirini çekiyor, itiyor, birbirine kuvvet uyguluyordu, o kadar. Fiziksel dünya buydu işte. Bu kavrayış günümüz doğa bilimlerinin başarısının temelini atacaktı. Ancak bu resim hala Avrupayı kısmen etkisi altında tutan Kilisenin ve hatta bir katolik olan Descartes’ın işine gelen bir resim değildi. Descartes da, öyle görünüyor ki, çareyi insan zihnini (ve dolayısıyla ruhunu) maddi dünyadan ayrı, onun nedensel kurallarına tabi olmayan bir biçimde anlamakta bulmuştu. Ona göre insan kendi zihnini bedeninden bile daha kesin bir şekilde bilebilirdi. Biz temel olarak birer zihindik, bedenimiz buna ek olarak vardı. Birer zihin olarak da doğal dünyanın yasalarına tabi değildik, özgür irademiz vardı.

Ancak bu zihin anlayışı hem felsefî hem de tarihsel birçok sorunla karşılaştı. Felsefî sorunların temelinde zihin ve beden arasındaki etkileşimin açıklanmasında karşılaşılan güçlükler yatıyordu. Bir zihinsel durum olan kolumu kaldırma isteğim, fiziksel bir nesne olan kolumun hakikaten de kalkmasına neden olabiliyor. Aynı şekilde ağır bir nesnenin bedenime çarpması gibi fiziksel bir olay canımın yanmasına, yani zihinsel bir durum değişikliğine neden oluyor. Ancak Descartes’ın dualizmi, zihin ve bedeni birbirinden bu denli bağımsız hale getirdiği için aralarındaki bariz etkileşimin bir hesabını vermekte çok güçlük çekiyordu. Buna ek olarak, tarihsel süreçte Descartes’ın temellerini kendi attığı doğa bilimleri almış başını gitmişti, ve doğa bilimlerindeki gelişmeler felsefî olarak tamamen materyalist (yani yalnızca maddenin varlığını kabul eden) bir perspektiften ilerlemekteydi. Bu durum da maddeye ek olarak tamamen farklı bir tözün daha kabul edilmesini zorlaştırıyordu.

Bu gelişmeler karşısında materyalist bir zihin kavrayışı geliştirme çalışmaları başladı. David Lewis ve David Armstrong gibi 20. yüzyıl felsefecileri bu materyalizmin temelini Özdeşlik Teorisi ile attılar. Bu teoriye göre zihin durumları ile fiziksel dünya arasındaki ilişki basitti: zihin durumları aslında beyin durumlarıydılar. Örneğin, beyindeki C sinirlerinin ateşlenmesi acı çekmenin ta kendisiydi. Elbette bu örnekteki nörofizyoloji hatalı bulunabilecek düzeyde basitleştirilmişti ancak ana fikri yansıtan sloganlaşmış özdeşlik buydu. Beyinlerimizin (veya merkezi sinir sistemlerimizin) ötesinde zihni oluşturacak bir töz falan yoktu. Zihni beyinle eş tutarak dualizmin karşılaştığı etkileşim sorunlarından kurtuldular.

Ancak bu naif materyalizmin karşılaştığı sorunlar da vardır. Bunlardan yalnızca birinden bahsedeceğim: çoklu gerçekleştirilebilirlik (ing. multiple realizability). Hilary Putnam tarafından öne sürülen bu kavram, ismi çok havalı görünse de basit bir gözlemden hareket etmektedir. Bize adeta bir uzaylı kadar yabancı bir canlı olan ahtapotu ele alalım. Tamamen farklı evrimsel süreçlerden geçen bu canlının sinir sistemi bizimkinden epeyce farklıdır. Yine de kollarından biri koparılırsa kaçar, saklanır. Adeta ağzı olsa “Ah!” diye bağıracakmış gibi görünür. İlginç nokta şudur ki, eğer özdeşlik teorisini kabul edersek ahtapotun acı çekmediğini söylemek durumunda kalırız! Hatırlayalım, özdeşlik teorisi bize “acı çekmek C-sinirlerinin ateşlenmesidir” gibi özdeşlikler sunuyordu. Ancak ahtapotların belki C-sinirleri bile yoktur. Acı, onların sinir sisteminde tamamen farklı bir biçimde gerçekleştiriliyor olabilir. İşte “çoklu gerçekleştirilebilirlik” ile kastedilen budur. Bu fikir bize zihinsel durumun onu gerçekleştiren fiziksel yapıyla özdeş olamayacağını, başka yapıların aynı zihin durumunu gerçekleştirebileceğini söyler.

Şimdi bu tarihsel arkaplan ışığında günümüzde yaygın olarak kabul gören bir zihin anlayışından bahsedebiliriz: İşlevselcilik (ing. functionalism). Çoklu gerçekleştirilebilirlik fikrinden hareket edilerek geliştirilen bu görüşe göre, zihin durumları hangi fiziksel sistemde gerçekleştirildiğinden çok yerine getirdiği bilişsel işlev ile tanımlanır. Bir girdiyi alıp (örneğin bedenin zarar görmesi) belli bir çıktı üreten (örneğin kaçıp saklanmak) işlevi yerine getiren her süreç, aynı zihin durumuna denk gelir. Bu düşüncenin bizim için en önemli sonucu şudur: eğer durum buysa, makineler (bilgisayarlar) da zihinsel durumlara sahip olabilir! Ne de olsa, bilgisayarların çalışma prensibi tam da bu şekilde belli girdilere belli çıktılar üretmektir. Hatta bu sayede insan zihninin yaptığı bilişsel işlevleri bir bilgisayarda gerçekleştirerek kendi zihinlerimiz hakkında da bilgimizi genişletebiliriz. İşte yapay zekanın zihni tam olarak budur. Bu resmin doğruluğu hakkındaki tartışmaya ise gelecek yazımda devam edeceğim.

Bunları da sevebilirsiniz