Sosyal İkilemin Tek Yanlılığı ve Ağdaş İnsan

Vatandaş” ve “Ağ” sözcüklerinden hareketle üretilmiş “Ağdaş” sözcüğünü ilk kez Hocam Betül Çotuksöken’den duymuştum. Kendisi o zamanlar yurtdışındaki bir konuşmasında ve bir yazısında bu sözcüğü kullanmıştı. Bazı dönüm noktalarında insanın her şeyi yeniden tanımlayası geliyor. Türkiye’de de öyle olmadı mı? “Millet”, “Vatandaş”, “Yurttaş” sözcükleri siyasetin malzemesini işaret ediyordu. Kimi çevrelerde “yoldaş”, “arkadaş”, “üstad”, “abi” vb. ifadeler kullanılıyordu, biz ile diğerlerini ayırmak için. Duvarlar yıkılınca moda ifadeler dolaşıma girdi: “Dünya Vatandaşı” ve belki de sonuncusu “Ağdaş”.

Gerçekten de ağdaşız. Aynı sisteme bağlanmış, yersiz-yurtsuz, biricik ama bir o kadar da herhangi bir kullanıcılar, sabitler ve sabiteleriz. Değişkenlerle ele alınmamız mümkün. Sınırlar kalktı, en azından eski sınırlar. Artık oyun arkadaşı olmanız için eski samimiyete ihtiyaç yok. Ne komşuluk gerekli ne kan bağı. 21. Yüzyıl Türkiyesinde internete bağlanmayı başarabilenler ve ellerinde bunu başarmalarını sağlayacak teknolojik imkanı bulunan çocuklar (ve çocuk kalanlar) adını bile bilmedikleri “lokasyon”lardan insanlarla (kim bilir belki de yapay zekalarla) oyun oynayabiliyorlar.

Ağdaş insanın kendi dertleri var. İnternete bağlanması gerekiyor, internette kalacak zamanı olması gerekiyor. Anonimliğini koruması ya da bazen de bangır bangır bağırması gerekiyor “işte ben!” diye. Ağdaş insanın dostluğu, beğenilerle, üyeliklerle, “aboneliklerle” ve artık daha güncel bir seçenek olan “katıl”larla tesis edilip korunuyor.

İnsafsız olmayalım, daha önce çok mu farklıydı? Beğeni yerine “konu komşu ne der” korkusu, onaylanma isteği veya reddedilme kaygısı, konu komşu desteği vb. sosyal destek ve denetleme mekanizmaları yine benzer bir işleve sahip değil miydi? Üstelik demiyor muyuz “coğrafya kader” diye. Belki de kader değiştirilebiliyordur. Artık komşunun onayı yerine çeşitli algoritmalara göre insanın kendisini dahil ettiği ya da dahil olduğu izlenimi kendisine aşılandığı için kendisini içinde gördüğü topluluktan insanların beğenileri gerekiyor. Acaba bu daha mı kötü? Ya da bu daha mı dar bir çerçeve? Duruma göre değişir sanki. Hangi topluluk? Hangi algoritmalar? Attila İlhan yaşasaydı keşke, daha ne çok kitap yazardı.

Peki, ama yurttaşlık da büsbütün değişemez mi? Yani “coğrafyanın kader” olduğu ülkeselci bir yurttaşlık anlayışının yerine başka yurttaşlıklar da gelemez mi? Mesela siber bir yurttaşlık ve siber bir yurt çok mu hayal? Eğer size karışık geldiyse bir örnekle anlatayım: Siber Yugoslavya’ya katılmak mı istiyorsanız, çok kolay! Juga.com’a kaydolmanız yeterli. Anayasası, milli marşı ve bayrağı bile var. Gerçekten ilelebet yaşatabiliriz cumhuriyeti. Yeter ki verilerimizi saklayabilelim.

Her çağın kendi korkuları var. Kimisi haşhaşilerden kimisi cadılardan kimisi vampirlerden kimisi yabancı ordulardan kimisi hainlerden, teröristlerden kimisi devletten ve nihayet kimisi sosyal ağlardan ve sosyal medyadan korkuyor. Bugünkü korkumuz daha ziyade teknolojinin en son halinin baş döndürücü gücünün bazı ürünleri. Yapay zeka ve sosyal medya bunların başında geliyor sanki. Yapay zeka yeterince konuşuyor. Yenilerde sosyal medyada epey konuşulur oldu. Ben burada seçici davranıp sosyal medyaya dair korku ve endişeleri ele alan bir belgesel üzerinden sosyal medya, etik, kapitalizm ve düşünce özgürlüğü temalarını işleyeceğim. Dolayısıyla, belgesel burada yalnızca bir tuval olacak benim için.

Hepimizin pandemi nedeniyle evlere daha çok hapsolduğu bir dönemde ortaya çıktı bu belgesel: The Social Dilemma. Türkçesiyle söylersek “Sosyal İkilem”. Jeff Orlowski, Davis Coombe, Vickie Curtis’in metin yazarı olduğu ve Jeff Orlowski’nin yönettiği bu belgesel bu yıl, bir “sosyal medya platformu” olan Netflix’te yayınlandı. Belgeselde Silikon Vadisi’ndeki yazılım ve özellikle sosyal medya işleri yapan şirketlerin eski çalışanları ve çeşitli akademisyenler konuşturuluyor. Özetle söylersek sosyal medya şirketlerin kullanıcılarının bilgilerini kötüye kullandıkları, kullanıcıların sosyal medyaya bağımlı kılındıkları ve kullanıcıların sosyal medyada daha çok vakit geçirmelerini sağlamak için her türlü yola başvurulduğu belirtilip eleştiriliyor ve bu alanın etik düzenlemelere tabi tutulması isteniyor. Sonuç olarak daha insancıl bir sosyal medya kullanımı ve daha insancıl bir teknoloji için çağrıda bulunuluyor.

Belgesel esasında Tristan Harris’in görüşleri etrafında şekillenmiş görünüyor. Tristan Harris bilgisayar mühendisliğinde ve özellikle Silikon Vadisi’nde epey başarılı bir kariyere sahip. Google, Apple gibi şirketlerin pek çok ürünlerine olanak veren çeşitli buluşların patentine sahip. Google’da çalışırken 2013 yılında çalışma arkadaşlarına “A Call to Minimize Distraction & Respect Users’ Attention” [Çeldirmeyi Asgariye Çekmeye ve Kullanıcıların Dikkatine Saygı Duymaya Çağrı] adlı bir yazı yazıp gönderdi. Harris başta Google, Apple ve Facebook olmak üzere teknoloji şirketlerinin, insanlardaki dikkat dağınıklığından, kutuplaşmadan ve sosyal medya bağımlılığından ötürü sorumluluğu bulunduğunu ve bu sorumluluğa uygun hareket etmeleri gerektiği görüşündeydi. Tristan Harris sonraları pek çok etkinlikte konuk olmuş, konuşmalar yapmış ve halkı sözünü ettiği konularda bilinçlendirmişti. Bu amaçla Center for Humane Technology [İnsancıl Teknoloji Merkezi] adlı bir merkez ve şirket kurdu. Dahası, Time Well Spent [İyi Harcanan Zaman] adlı bir hareket başlattı. Meraklıları sitelerini ziyaret edebilir: www.humanetech.com.

Belgesel sosyal medyayı masaya yatırıp bir ikilem sunuyormuş gibi görünüyor. Bu ikilemin sosyal medyanın olumlu yanlarıyla olumsuz yanlarının birlikteliği biçiminde olması beklenirdi. Oysa sosyal medyanın olumlu hiçbir yanına değinilmediği gibi gerçek anlamda var olan ikilemler de anılmıyor. Belgeseli yapanların lehine hareket edip birkaç ikilem çıkarmaya çalışabiliriz. Öncelikle sosyal medyanın insanlar arasında köprü kurmasıyla beraber onları “gerçek sosyallik”lerinden yalıttığı söylenebilir. Bu bakımdan sosyal medyanın insanları birleştirirken yalnızlaştırması bir ikilem arz edebilir. İkinci olarak, sosyal medyanın insanların bilgiye ulaşımını kolaylaştırırken insanları yanlış bilgiye her zamankinden daha açık kılmak suretiyle onları emsali görülmemiş bir cehalete sürüklediğinden dem vurmak da mümkün. Üçüncü olarak, sosyal medyanın daha önceleri düşünüldüğü gibi “özgürleştirici” bir icat olmasının yanı sıra insanlarda bağımlılık yaratması sonucu insanların, toplumun yahut devletin takınması gereken tutum veya alması gereken önlemler de bir ikilem bünyesinde ele alınabilir.

Sosyal İkilem bu denli hayati ve kuşatıcı konuları ele almak yerine adeta kendi ayağına kurşun sıkarak şu hatalara sürükleniyor:

  1. Sosyal medyada tık avcılığını esasında kötücül ve bilinçli bir karar vericinin eylemi olarak sunuyor.

  2. Sosyal medyayı çok dar alarak madalyonun yalnızca bir yanını gösteriyor.

  3. Sosyal medyayla birlikte daha da görünür kılınan sorunları salt sosyal medyanın ürünü olarak gösteriyor.

  4. Sosyal medyanın olumsuz yanlarına karşı yasakçı bir zihniyeti sergiliyor.

Öncelikle birinci hatayı ele alalım. Sosyal medyanın kötücül ve bilinçli bir karar vericinin elinde adeta bir manipülasyon aracı olarak sunulması sosyal medyanın kimliğini çarpıtmakla kalmıyor; sosyal medyanın konvansiyonel medyaya karşı belki de en üstün yanını adeta gizliyor. Konvansiyonel medya esasında tam olarak bilinçli ve bir avuç insanın çıkarları, yönelimleri, kararları ve eylemleri ekseninde işlerken sosyal medya bu bakımdan adeta amaçsız bir seyir izlemektedir. Ne var ki, sosyal medyanın gökten gelmediği de hatırlanmalı. Sosyal medyanın da insanların, grupların ve hatta devletlerin müdahil olup manipüle etmeye çalıştığı bir mecra olduğu unutulmamalı. Fakat bir yere müdahil olup oraya katılan insanları manipüle etmek başka bu amaçla bir yer inşa edip insanları doğrudan doğruya kandırmak başka. Konvansiyonel medyanın bunlardan hangisi olduğunu siz okurlara bırakıyorum.

İkincisine zaten değinmiş bulunuyorum.

Üçüncüsü düpedüz bir akıl yürütme hatası. Sosyal medyanın görünür kıldığı ama aslında öteden beri varolan sorunları sosyal medyanın ürünü olarak sunmanın en tipik örneği “beğen” seçeneğinin insanlar üzerinde etkisinden söz açmaktır. Oysa, “beğen” ve hatta “kına” seçenekleri asırlardır topraklarımızda kanlı canlı vardır ve bunlar uğruna nice canlara kıyılmıştır.

Dördüncü konu bu yazının temalarından birine kapı aralıyor. Belgeselin bulduğu çözüm, sosyal medyanın devletçe yahut toplumca düzenlemeye tabi tutulup sınırlanmasıdır. İkinci çözümse insanların hatalı kullanımdan kendilerini uzak tutmalarıdır. İkinci çözümün işe yaramaması gerektiği belgeselin öncüllerinden rahatlıkla çıkarılabilir. Zira belgeselcilere göre insanlar sosyal medyanın mevcut araçlarına ve hilelerine karşı savunmasızdırlar. Hatta insanların bu denli savunmasız olmasından ötürü önlemler gerekmektedir. E o zaman insanlar bundan nasıl uzak dursunlar? Bu çözüm önerisi pek gerçekçi görünmüyor.

Gelelim diğer çözüm önerisine. Yasalarla mevcut kullanımın bir şekilde sınırlandırılması seçeneği çok gerçekçi bir seçenekmiş gibi dursa da bunun da kendi içinde sorunları var. Öncelikle, devlet tüm toplumsal ilişkilerden (en çok da piyasadan) bağımsız bir aktör olarak hareket edemiyor. Eğer bu sosyal medya şirketleri bu denli güçlüyse devlete hakim olmaları kaçınılmazdır. Eğer devlete hakim değillerse o kadar güçlü değiller. Dolayısıyla, belgeselin bu konudaki öncülü de çürümüş oluyor. Eğer o kadar güçlülerse bu kez devletin bunlara bir düzenleme getirmesi olanaksız. Oysa, bugün biliyoruz ki bu sosyal medya şirketlerinden bazılarının patronları ABD’de hizaya çekilip ağır cezalara mahkum edilebiliyorlar. Diyelim ki bunlar bir yanıltmaca. Demek ki o kadar güçlüler. E o zaman da tüm bunlar göstermelik. Bu kez de bu şirketlerin yapabileceklerini düşünmek gerekir. Bunların bizleri korumak adına düzenlemeler dayatmaları, böylelikle de rakiplerini ekarte etmeleri mümkün olabilecektir. Diyelim ki bu kadar güçlü değiller ve belgeseli destekleyen merkezler ve şirketler sosyal medya şirketlerini sınırlandırmayı başarabilecekler. Bu kez de bu merkezlerin ve şirketlerin gücü tartışmalı hale gelecektir. Ne de olsa bizler hiçbir şeyin farkında değiliz!

Diyelim ki bir şekilde bu şirketleri sınırlayabileceğiz. Bu kez de yeni sorunlar ortaya çıkacak. Bu sınırlamaları kim, hangi yetkiyle ve nasıl yapacak? İnsanların güçsüzlüğü üzerinden böyle bir sınırlama yapılmasının sınırı nedir? Bu sınırlamaların önü açıldığında düşünce ve ifade özgürlüğü nasıl korunabilecektir? Tüm bu sorular sosyal medyanın da hedeflediği ve hatta bu hedefe ulaşabildiği ölçüde kitleselleştiği düşünce ve ifade özgürlüğünün tartışmalı ve korunaksız hale geleceğini işaret etmiyor mu?

Tüm bu sorulardan sonra yazının ikinci temasına geri dönelim. Ağdaş insanın bir siber ütopyaya yönelmesi mümkün mü acaba? Daha önce atıfta bulunduğu juga.com örneğini düşünelim. Belki de diyelim ki memleketin birinde, içinde yaşanmaz hale gelen bir ülkede, bir grup insan ülkeyi terk edip gitmek veya dağa çıkmak yahut da bilmem kaçıncı dalgada soğuk zindanlara girmek yerine siber bir sahada bir araya gelmeyi tasarlamış olsun. Böyle bir sahaya katılanlardan da bu sahanın güzelleşmesi, katılanlar için yararlı kılınması için belli bir miktar ödenti istenmiş olsun. Sonrasında bu sahaya katılanlar, bu sahanın güzelleşmesi, yararlı kılınması, işler kalması ve dahası genişlemesi için belirli kararları anonim ve sürekli bir şekilde (mesela Blokzinciri teknolojisiyle) alıp uygulamış ve bu sahayı da bir siber ülke olarak ilan edip katılanlarına bu ülkenin yurttaşı demiş olsun. Böyle bir durumda, bu siber ülkenin elindeki avantajları düşünelim. Kendi yurttaşlarını ve ülkesini ziyaret etmek isteyenleri gerçek anlamıyla bir vergi cennetine sokmuş olmaz mı? Hem “ülke” derken ortada gerçek anlamıyla bir ülke de olmadığından epey bir masraftan kurtulmuş olmaz mı? Mesela vatanı savunmak için yapılması gereken askeri harcamalardan. Hem sonra yurttaşların (daha doğrusu ağdaşların) aidiyet sorunu da daha kolay çözülmez mi? Ne de olsa belli insanları zorla yurttaş kılmaya veya belirli insanları formatlamaya gerek olmaz artık. Böyle bir ülke çok mu ütopik? Uzaya gitmeye, denizi yaşanır kılmaya yahut bizi denizde yaşayabilir kılmaya, biyolojik, kimyasal veya politik bazı süreçler sonunda dünyayı yeniden yaşanır kılma fantezilerinin ve planlarının yanında böylesi bir ülkeyi kurmak çok zor olmasa gerek!

Bunları da sevebilirsiniz