Kültürü Çeviri ile Korumak: İronik ama Mümkün

Çeviri konusu hızla kafamı kurcalamaya devam ediyor. Türk aydını gerçekten de Tercüme Odasında mı doğdu? Ortaya çıkışı bir zorunluluğun, bir tür kurtuluş mücadelesinin eseri miydi? Yoksa biz buna bugünden bakıp, fazlasıyla anakronistik mi yorumluyoruz?

Diyelim, Türk aydını gerçekten de “Tercüme Odasında” doğmuş olsun. 19. yüzyılın ortasına gelindiğinde yıkılmaya yüz tutmuş, en iyimser bakış açısıyla güçten kuvvetten düşmüş bir imparatorluğun aydını için çare dışarıdan hızlı bir entelektüel takviye olabilirdi. Kültürel sermayesi dışarıdan akacak fakat eğildiği sorunlar ve ürettiği çözümler bakımından yerli olacak bir entelektüel şema düşünün. (Elbette yerli olmakla birlikte ne “yerel” ne de “milli”den söz etmek henüz o dönem için mümkün değil, böyle bir hareketin tam anlamıyla olgunlaşması 20. yüzyılın başını bulacaktı.) Hatta dikkat edilirse, sermayesi dışarıdan gelen fakat üretimi ve yönetimi yerli bu atılım modeli, erken dönem Cumhuriyet sanayi ve kalkınma hamlelerine de zaman zaman damgasını vuracaktı. Kültürel sermayeyi dışarıdan en hızlı getirtmenin yolu her zaman için çeviri olmuş gibi duruyor, hatta biraz iddialı yazmam affedilirse, en ucuzu da diyebilirim. Çevirinin hem bir ürün hem de bir edim olarak yararları saymakla bitmez, fakat aşağıda birkaç tanesinden hızlıca bahsedeyim. Sonrasında, şu ana kadar Türkiye’de uygulanmış fakat bir noktadan sonra terk edilmiş bir çeviri anlayış ve stratejisinden söz etmek istiyorum. İnanıyorum ki bu sadece kültürel sermaye ihtiyacının bir kısmını karşılamakla kalmayacak fakat aynı zamanda Türkçenin geliştirilmesinde de önemli bir rol oynayabilecek bir anlayış.

Çevirinin yararlarını uzun uzun anlatmak şart değil belki fakat birkaç tanesini saymak yerinde olacaktır. Çeviri her şeyden önce bir dilde ifade edilebilen kültürel birikimi hacim cinsinden arttıran bir şey. Bugün insanlara “Eserleri özgün dilinden oku.” demek her zaman güzel bir tavsiye fakat örneğin Doğu dinlerini az buçuk merak eden ve konuyla henüz yüzeysel biçimde uğraşan birine de tutup Sanskritçe ya da Çince öğrenmeyi tavsiye etmek pek akıl kârı değil. Bir insanın hemen hemen her konuyu bir miktar araştıracak kadar anadilinde kaynağa erişimi olmalıdır. Çevirmenin görevi de “kimsenin gitmediği topraklara” ilk giden olmak, oralardan bize haber taşımak. Öyleyse çevirmen bir kaşiftir diyebiliriz. Çevirmen bir elçi görevi de görür. Elçiyi burada birincil anlamıyla kullanıyorum: Bir ulustan diğerine haber taşıyan insan olarak elçi. Orada yazılanı çizileni buraya getiriyor. Elbette, bu türde elçilere genelde zeval oluyor orası ayrı, keşke olmasa. Bütün bunlar yetmezmiş gibi çevirmen aynı zamanda bir estetik meraklısı olmalı, zira anlamı mükemmel biçimde çevrilmiş fakat ağızda buruk tat bırakan cümleler çoğu zaman insanın okuma zevkini törpülüyor. İşin mutfağında olup ürünün servisi ve sunumundan da bu derece sorumlu olan

başka meslek grubu bulmak epey zor. Son olarak José Ortega Y Gasset’in saydığı özelliği de katalım: Çevirmen mütevazı olmak zorundadır. Çevirmen, belki tamamen pasif değil fakat çoğunlukla arabulucu bir rol üstlenir, bunun için de üzerine bir tür görünmezlik çöker. Fakat Ortega Y Gasset’in başka yazarlarca da defalarca onaylanan bir iddiası daha var; o da iyi yazmanın dilin kurallarını esnetmekten, birazcık bükmekten geçtiği. Şüphesiz doğru, hiç olmazsa kısmen.

Öyleyse asıl sorumuz şimdi geliyor: Çevirmen o kadar da mütevazı olmasa? Çevirmen de dili biraz eğip bükse ne olur? Kıvrılmış, sırıtan bazı kenarlara hafif bir ütü bassa? Ya da dümdüz, iki boyutlu cümlelere alttan üstten küçük çekiç darbeleri vursa, bakırustalarının yaptığı gibi? Biraz hacim ve boyut kazansa yazılanlar? Yazarlar bunu yapıyor zaten, daha doğrusu yaptıkları ölçüde büyük yazar oluyorlar. Çevirmenleri engelleyen şey ise sadakat ya da daha nesnel bir ifadeyle, eşdeğerlilik. Her kuralın bir istisnası var, neden çevirmenin sadık olması gerektiği kuralına bir istisna bulmayalım? Bana gerek bile yok, Romalılar bulmuş bile. Yazar ve edebiyat eleştirmeni Hugo Friedrich’in 1965 tarihli bir konuşması1​ bu konuda inanılmaz aydınlatıcı bilgiler sunuyor. Romalıların birkaç çeviri tekniği, hatta stratejisinden bahsediyor. Öncelikle, çeviri bir fetih anlayışını alıyor. Örneğin Cicero, Demosthenes’i çevirmiş gibi durmuyor pek, daha çok Demosthenes’in derdini ya da derdinden anladığı kadarını- Latincenin kuralları çerçevesinde yazmış. Friedrich, aynısını ortaçağın meşhur yazarlarından Aziz Jerome, diğer adıyla Hieronymus, tarafından da yapıldığını söylüyor. Hristiyan ruhban sınıfından olduğu için Jerome’un İncil’i çevirmek istemesini anlayabiliyoruz fakat işin ilginç tarafı Jerome için önemli olan İncil’in o dönem yazılı olduğu dil olan Antik Yunanca ya da İbranice değil, eseri çevireceği dil olan Latince. Yani, Hristiyan da olsa Pagan da olsa, Romalı hep Romalı. Hatta öyle ki, Antik Yunanca ve İbranice gibi -ki tarihçiler İbraniceyi daha az bildiğini ya da daha geç öğrendiğini tahmin ediyor- iki dilden birden faydalanması özgün dille daha az ilgilendiğini kanıtlar gibi. Friedrich niçin Hristiyan bir rahipten örnek vermiş diye sorabilirsiniz, tahminimi aktarayım. Bir rahip olarak Jerome’un Hristiyan metinlerini kutsal saydığına şüphe yok. Bu tür metinlerde genel varsayım her bir kelime ve ifadenin inanılmaz önemli olduğudur, buna rağmen Jerome özgün dili ikinci plana itebiliyor, onun için önemli olan hedef dilde, Latincede aynı metnin yazılabilmesi. Bizden 1600 sene önce yaşamış bir rahip özgün dil konusundaki endişe ve çekincelerini, kutsal bulduğu bir kitapta bile bir kenara atabiliyorsa, bugünün modern insanının bir sosyal bilimler makalesinde özgün dil takıntısına düşmesi affedilemez bir hata olacaktır. Çeviri, işte tam olarak bu noktada, dili bükmemize yardımcı olabilir. Şükürler olsun, yabancı dilde bir cümle veya ifadeyi “kelimesi kelimesine” çevirmemek gerektiğini bugün biliyoruz. Yine de hâlâ yabancı dilde bir ifadeyi Türkçe tam olarak karşılayamayınca utanıp sıkılıyoruz, bir eziklik siniyor üstümüze. Sanki başka bir dilde “Kolay gelsin.”, “Başın sağolsun.” veya “Kahve dövücünün hınk deyicisi” demek mümkünmüş gibi. Kuşatıcı ve özgüvenli bir çeviri belki de bizi bu eziklik duygusundan kurtarabilir. Yani, “cool” olmak zor değil demeye getiriyorum. Bunu yaparken dil de gelişecektir. Çünkü artık çevirmen bir makine değil, doğrudan doğruya yaratıcı unsur olarak kendisine rol bulacaktır. Teklif ettiğim radikal bir duruş değil zaten, daha önce denendi, başarılı oldu. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Ömer Hayyam Rubailerini nasıl çevirdiğine şöyle bir bakmak yeterli.

Kendi dilimizde, bir başka dilin eserini yeterince iyi ifade eder etmez ikinci bir kaygımız olmalı: daha da iyisini yapabilmek. Özgün dildeki dil kıvrımlarının, bize estetik bir zevk veren küçük gariplikleri kendi dilimizde daha da iyi anlatabilmek. Kısacası, çevrilecek metni, oluşturacağımız metnin bir gölgesi gibi hayal edebilmek. Çok daha zahmetli ve meşakkatli fakat ödülü de bir o kadar büyük. Friedrich’e göre bu ikisinden bir yaklaşım daha kendiliğinden çıkıveriyor. Çevrilecek metin bizi öylesine zorlamalı ki daha önce hiç kullanılmamış fakat dilde potansiyel olarak hep var olmuş olasılıkları hayata geçirebilmeliyiz. Bunu yapınca dilin zenginleşmesi tam anlamıyla hız kazanmış oluyor. Zaten, ancak böyle bir silsile ile Can Yücel gibi Shakespeare’i Türkçe söylemek mümkün oluyor. “Tired with all these, for restful death I cry” cümlesi Türkçe yeniden doğuyor, “vazgeçtim bu dünyadan, tek ölüm paklar beni” olarak hayatına devam ediyor. Hem Türkçe hem İngilizce bilen birisi için iki cümlenin farklı şeyler anlattığı çok açık, tartıştığım bazı kişiler bunun bir dezavantaj olduğunu düşünüyor, şiddetle karşı çıkıyorum. Aksine, anlamın

benzer ve bütünsel kaldığı fakat ifade biçiminin farklılaştığı bir çeviri süreci, edebiyat ve kısmen de olsa sosyal bilimler için aranılan kültürel etkileşim. Öteki türlü, mesele kültür emperyalizmine dönüşüyor. Elbette son derece teknik ve evrensel bir dille yazılmış metinleri bunun dışında tutuyorum.

Buna, “ithal-ikameci” çeviri sistemi demek istiyorum. Temel amacı yabancı dillerde bulunan fakat bizim henüz karşılık getiremediğimiz sözcüklere, cümlelere, ifadelere ve hatta bakış açılarına; sözlük üzerinden değil, dil üzerinden, kültür üzerinden karşılık bulabilmek. Böylesi bir karşılık hem dile dışarıdan gelecek ilhamın -sermaye demek de mümkün- yöre ve kültür tarafından kendisine mal edilebilmesi hem de o yörenin de bu kültürün üzerine bir

şeyler ekleyebilmesi demek. Yani ortada bir kültür emperyalizmi değil de bir kültür etkileşimi olabilmesi demek. Ayrıca, dışarıdan gelen etkiyi kabul etmek istemeyen, tavizsiz “özcü” yazarları da yeniliğe açma şansımız olabilir; zira korkularında haksız değiller fakat

belki de dilde yozlaşmanın bir ölçüde önüne geçebileceğimizi göstererek korkularını yatıştırabiliriz. Öyleyse, döndük dolaştık, başlığa döndük. Çeviri ile kültürel etkileşimi arttırmak fakat bunu yaparken de öz kültürü zenginleştirmek mümkün. Yeter ki eziklik duygusuna kapılmayalım, anadilimize karşı nankör olmayalım. Kim bilir, belki de kuşatıcı ve yaratıcı çevirilerle, 21. yüzyılın bilim ve sanat terminolojisine Türkçenin önemli katkıları olacaktır; inanmak ve çalışmak yeterli.

1Friedrich, Hugo. “On the Art of Translation” [Çeviri Sanatı Üzerine]. Schult, Rainer ve Biguenet,

John. (der.) Theories of Translation [Çeviri Kuramları] (1992).

Bunları da sevebilirsiniz