Sanat ve Delilik

Sanatçı olarak yaratmak zorundasınız, yaratıcı olmak için farklı düşünmek zorundasınız. Farklı olduğunuzda da hemen tuhaf, çılgın hatta deli olarak değerlendirilmeniz çok olası. Sanatçı doğası gereği zaten farklıdır, herkes gibi olmamak için bir gayret göstermez. Doğuştan gelen bu farklılık nereden kaynaklanıyor?

Yeni bir bilimsel çalışma, yaratıcılık ile deliliğin insan DNA’sının molekülleriyle bağlantılı olduğunu iddia ediyor. Araştırmaya göre, yazarlar, ressamlar, müzisyenler, kısaca sanat üreten herkesin diğer alanlarda çalışanlara oranla yüzde 25 daha fazla gen varyantları taşıdığı belirleniyor. Araştırmayı yöneten Karl Stefansson, biyolojik bazı mental sorunlar ile yaratıcılık arasında bağlantı olduğuna dikkat çekiyor.

Yıllar önce gittiğim bir sergide, yüzümün asıldığını gören arkadaşım, neden sıkıldın diye sormuştu. Ben de sıkılmadım ama deliliği arıyorum onu göremedim demiştim. Sanat eserinde çılgınlığı hissetmeliyiz.

Bence hüzün olmadan, iç burukluğu olmadan, iğneyle kuyu kazmak olmadan, akıntıya karşı yüzmeden, çığlık olmadan, kendini yok saymak olmadan, delice cesaret olmadan, aşk olmadan yaratılmaz. Bunlar olmadan bir şeyler yaratanlar yok mu, var elbette ama onları yüreğimle değil, bir cebir problemi gibi sadece aklımla anlayabilirim. Yüreğe dokunamayan bir eser sanat olabilir mi?

Dostoyevski’nin romanlarında, Dali’nin Picasso’nun tablolarında, Nazım’ın dizelerinde Hemingway’in romanlarında aklımın devre dışı kalıp, yüreğimin titremesi başka nasıl mümkün olabilir?

Ernest Hemingway’in biyografik romanını yazarken, yaşamının her adımında, (o benden habersiz) onunla olduğumda kendimi deliliğin sınırında buldum. İşte bu yüzden kendisini neden öldürmek istediğini anlayabildim.

Onunla savaşa katıldım, onun hastanede yatarken kendisi ile ilgilenen, hiç unutmayacağı hemşire Agnes’e nasıl aşık olduğunu gördüm. Onunla süren kısa aşkının ardından Agnes’in bırakıp gitmesiyle çektiği acıyı yüreğimde hissettim.

Agnes’i unutmaya çalışırken Hadley ile barda tanıştığında da oradaydım. Agnes’i unutmak için evlendiğini bildiğimden mi nedir, Hadley ile sakin bir törenle evlendiğinde biraz içim burkuldu.

İşgal altındaki İstanbul’da sabah erken, Haliç’in üzerine çöken sisin içinden süzülen minarelerden gelen ezanın büyüleyici sesinden etkilendiğini gördüm. Toronto Star’a yazdığı haberlerle okurların tanıdığı biri olmasına sevindim. Paris’te La Dome Cafe’nin en sevdiği yer olduğunu da biliyorum. ‘Three Stories and Ten Poems’ isimli ilk kitabını Cafe de la Paix’de Ezra Pound, Gertrude Stein, Robert Mc Almon ve birkaç yazarla kutlarlarken ben de oradaydım. İspanya iç savaşına ben de onunla katıldım. Ben de boğa güreşi yaptım.

Tanıştığı geceden sonra aklından bir türlü çıkaramadığı Pauline Pieffer’dan nasıl da etkilemişti. Evli olmasına rağmen onunla ilişkiye girmesini sır gibi sakladım. Ama Ernest saklamadı ve karısından boşandı onunla evlendi. Silahlara Veda romanını yazarken İtalya’daki savaş yıllarına ve Agnes’e geri dönmüş gibiydi. Babasının intihar ettiği haberini aldığında nasıl yıkıldığına da tanık oldum. Pouline ile Key West’te şimdi müze olan evi aldıklarına şahit oldum. Afrika ‘da da yanındaydım Kilimanjaro’ya tırmanırken de. Pilar adındaki teknesiyle Bahamalar’a gitmek çok heyecanlıydı. Orada köpekbalıklarıyla korkusuz mücadelesini gördüm.

Pouline’den soğumasına ondan ayrılmaya çalışmasına tanık oldum. Martha ile beraberliği başladığında da oradaydım, evlendiklerinde de . ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un basılması da aynı yıla rastlıyor. Paris’te Picasso ile kitap üzerine sohbetlerini dinledim. Hatta, ‘ Sizin bana hediye ettiğiniz harika tablonuz, şu anda Key West Florida’da aldığım muhteşem evin duvarını süsülüyor, evin değeri sizin eserinizle paha biçilmez oldu.’ derken söylenenleri can kulağıyla dinledim.

Yeni eşi Martha’yı Kübalılara tanıştırdığında taşıdığı gururu gözlerinde okudum. Geçirdiği trafik kazasından sağ çıktığına ben bile şaşırmıştım.

Silahlara Veda filme çekilirken sette, Gary Cooper ve İngrid Bergman ile tanıştım. Filmin galasına Ernest’in Mary ile katılması tuhafıma gitmişti. 1946 yılında Amerika’ya dönerken ve orada Mary ile evlenirken de oradaydım. Uçak kazası geçirdiğinde de.

Son yıllarında Ernest’in her gün ölüm ilanları okuması Mary’i rahatsız ettiği kadar beni de ediyordu. Nobel kazandığında sevindi mi acaba hala emin değilim. Babasının intihar ettiği silahı neden sakladığını önceleri anlamamıştım. Nedenini ancak silah sesinin ardında onu yerde kanlar içinde bulduğumda anlayabildim.

Sıradan insanların yaşamı zaman içinde pek çok kişi ile kesişir, sanatçının ürettikleri ise kendinden sonra gelen kuşaklarla kesişiyor. Hiç tanımadığım, hiç yüzyüze gelmediğim biri hakkındakileri öğrenmek, onun gezindiği delilik sınırlarında dolaşmak, çektirdiği fotoğraflara bakıp ışığın yansıttığı şifreleri çözmek, yazdıklarından duygularını çözmeye çalışmak, neler hissettiğini keşfetmek!

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın