İstanbul Sözleşmesi(ni) Nasıl Tartış(ıl)ma(ma)lı?

 

Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmalı çıkmamalı mı tartışmaları sürerken bu tartışmaların hangi eksende, ne tür argümanlarla ve nasıl yapılması gerektiğinin de tartışılması oldukça önemli görünüyor. Nitekim, anaakım medyadan sosyal medyaya; siyasi polemiklerden ikili tartışmalara kadar tartışmanın özünün saptırılması veya yanlış bilgilerle kirletilmesi söz konusu. Bunun sonucunda, yanlış saptamalarla konu hakkında yanlış kararlar verilmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız. Tartışmanın esas amacının ideolojikten çok pragmatik olduğunu düşünürsek doğru cevapları almak kadar doğru soruları sormaya da özen göstermeliyiz. Ben de bunun farkındalığıyla tartışmada benim dikkatimi çeken birkaç yanlışa ilgi çekmek istiyorum.

İkincil Kaynaklardan Bilgi Edinmenin Yarattığı Problemler

En büyük problemlerden biri sözleşmenin içeriğini kasten ya da bilinçsizce saptırma durumu. Sözleşmenin maddelerini hukuki açıklığından uzaklaştırıp her bireyin öznel yorumlarına açmak tartışmanın bu tür argümanlarla yürütülen bir laf dalaşına dönüşmesine sebep oluyor. Dolayısıyla sözleşmeyi okumamış bir birey ve akabinde topluluk sözleşme hakkındaki tutumuna karar verirken üçüncü kişilerin sözleşmeyi sunuşuna bağımlı kalıyor. Mesela geçtiğimiz günlerde bir tartışma programında bir iletişimcinin sözleşmenin bireyleri cinsiyetsizleştirmek suretiyle evlilikten uzaklaştırdığını öne sürerek sözleşmeden çıkılması gerektiğini savunduğuna denk geldim. Sözleşmeye şöyle bir göz atan bir kişi bile bunun ne kadar keyfi ve dayanaktan yoksun bir çıkarım olduğunu görecektir. Verdiğim bu örnek çok uç bir noktada olsa da sorgulanmadan doğru kabul edilen yorumlardan kaynaklanan birçok başka yaygın yanılgı bulunmakta. Birçok tartışmanın seyrini birinci elden belgelerin değil onları açıklayan ve yorumlayan insanların şekillendirdiğini düşünürsek, topluma etki etme gücü olan insanların keyfi yorumlayışlarında oldukça dikkatli olmaları bu yorumları alanların da yorumları öylece doğru kabul etmeden önce kendi süzgeçlerinden geçirmeleri gerekiyor.

Önceliğimiz Ne Olacak?

Tartışmanın temelinde yer alan ve yine içeriğin saptırılması sonucu olarak karşılaştığımız bir tutum İstanbul Sözleşmesi’nin gelenek davası meselesi haline getirilmiş olması. Uluslararası anlaşma ve ittifakların makus talihi olarak her şeyin daha iyisinin milli olacağını savunmak ülkemizde oldukça sıklıkla karşılaştığımız bir durum. İhlal edildiği söylenen gelenekler aslında bugünün ihtiyaçlarını artık karşılamıyor ve mevcut durumda insanların haklarını gasp ediyorsa yine de geleneklerin yolunu mu takip edeceğiz sorusu bu tartışmanın ilk başında sorulabilir. Tabii, bu son derece tartışmaya çok açık ve bir derece provokatif bir yaklaşım olacağından bu tartışma bazında sonuç almaya daha elverişli olacak bir soru ancak istatistiklere bize verdiği veriler ışığında sorulabilir ve sorulmalıdır. 2014 yılında 474 kadın cinayeti işlenmiş. 2020 yılının başından bu yana ise 190’a yakın kayıtlara geçmiş kadın cinayeti bulunmakta. Bunlara şüpheli ölümleri, fiziksel ve psikolojik şiddeti eklersek harekete geçmemenin ya da doğru adımlar atmamanın bedellerinin ne kadar ağır ödendiğini görmek işten bile değil. Yeni bir yasanın oluşturulmasından daha çabuk ve daha pratik bir çözümle, “İstanbul Sözleşmesi” yani nam-ı diğer ‘“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” temel alınarak oluşturulmuş 6284 yasalı kanunun usulüne uygun uygulanması sayesinde bu rakamlar çok daha aşağılara çekilebilir. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmayı milli bir dava olarak görenlerin cevaplaması gereken bir soru var: önceliğimiz çabuk ve etkili bir şekilde kadına yönelik şiddeti durdurmak mı yoksa eğer şiddeti önlemek için etkili önlemler alma motivasyonuyla yapıldığı takdirde var olan sözleşmeden çok da farklı olmayacak milli çözüme odaklanmak mı olacak?

Nedir Bu Toplumsal Cinsiyet?

Peki bu gelenek kavgası nerede başladı diye sorarsanız toplumsal cinsiyet terimi ve bunun anlaşılması arasındaki farklılıkların bu kavganın başını çektiğini söylersek hiç de yanılmış olmayız sanıyorum ki. Aynı zamanda gelenek ve sözleşmenin çatıştığını savunanların en büyük dayanağı toplumsal cinsiyet teriminin LGBTI+ kimlikli bireyleri de kapsadığı, dolayısıyla geleneksel cinsiyet ve aile olgusunun yanı sıra dini olarak da kültürümüzle çatışan tavizler verilmesi gerektiği algısı. Burada yine öncelikli sorulabilecek soru zaten LGBTI+ bireylerin haklarını güvenceye almak doğru adım olmaz mı sorusu. Bana kalırsa bu soru tüm hakları gasp edilmiş gruplar tarafından haklarını elde edinceye dek ısrarla sorulmalı. Ancak yine baştaki düşüncemle paralel olarak bu sorunun yerinin İstanbul Sözleşmesi tartışılmasının temelinde olmasının büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Çünkü sözleşmenin maddeleri bu tartışmaya mahal vermeyecek derecede net. Sözleşmenin üçüncü maddesinde ise birden fazla anlamı olan toplumsal cinsiyet teriminin bu sözleşme nazarında nasıl tanımlandığı da aynı netlikte belirtilmiş. Sözleşme diyor ki:

toplumsal cinsiyet”, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır.

kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”, bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır;

Yani sözleşmedeki toplumsal cinsiyet referansının temel amacı kadınları basmakalıp rollerden, ayrımcılıktan ve bunun beraberinde getirdiği her türlü bedelden korumak. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet teriminin sadece kadın ve erkek kimliğini kapsadığı ve LGBTI+ haklarını güvenceye almakla maalesef ki- bağdaştırılamayacağı son derece açık. Dolayısıyla sözleşmeyle ilgili tartışmanın bu tür bir eksende de dönmemesi gerektiğini görmüş oluyoruz.

Sosyal Medya Nasıl Kullanılmalı?

Son olarak değinmek istediğim nokta her türlü tartışmanın en aktif bir biçimde sürdüğü sosyal medya ve bu aracın İstanbul Sözleşmesi tartışmasında nasıl bir yer edindiği. Sosyal medya kullanıcısıysanız Pınar Gültekin’in ölümü ve akabinde İstanbul Sözleşmesi polemiğinin alevlenmesiyle kadınların profillerinde siyah beyaz fotoğraflarını paylaşıp #istanbulsözleşmesiyaşatır, #kadınlarkadınlarıdestekliyor gibi etiketlerle paylaştığına şahit olmuşsunuzdur. Aslında bu sosyal medya üzerinden tepki gösterme adlı uzun zamandır süregelen bir ifade yönteminin bir formu. Ve bu ifade yöntemi bu olayda da olduğu sıklıkla eleştiriye maruz kalıyor. Sebebi aslında çok açık. Sosyal medya üzerinden verilen tepkilerin içerik zayıflığı. Bu tür tepkilere karşı çıkanlar bir bakıma sığ denilebilecek bu tepkilerin tepki verilen şeyin önemini yansıtmakta yetersiz kaldığını savunuyor. Siyah beyaz fotoğrafların altında hiçbir içerik olmaksızın paylaşılmasının 21. yüzyılın hastalıklarından biri olan kendini ifade etmekten uzaklaşma ve neyi ne için savunduğunu bilmeme sorunuyla bağdaştırılması hayli haklı olabilir. Doğrusu, ben de uzun bir süre sosyal medyayı bu şekilde gördüm ve tepkilerimi sosyal medya aracılığıyla iletmenin sığ bir yöntem olduğunu düşündüm. Ta ki düşünceleri benim için çok değerli bir arkadaşım sayesinde bu konuya başka bir perspektiften de bakmanın mümkün olduğunu görene kadar. Evet, bulunduğumuz yüzyılda kısa cümlelerle hatta bazen sözcüğe bile ihtiyaç duymadan kendimizi ifade ediyor olmamız çok büyük bir sorun teşkil ediyor olabilir. Ve yine savunduğumuz ya da karşı çıktığımız şeylerin gerekçelerini daha iyi bilmemiz toplumsal olarak bizi çok daha ileriye taşıyabilir. Ama öte yandan kabul etmemiz gerekiyor ki kitlelere sesimizi duyurmak ve bu tepkilerin somut karşılıklarını almak da hiçbir dönemde bu kadar kolay olmamıştı. Siyah beyaz fotoğraflara gelen eleştirilerin akabinde sosyal medyada sözleşmeden birer madde okuma akımı başladı. İnsanlar sözleşmeden birer madde okuyarak neyi ne için savunduklarının altını çizerken, sözleşmeyi henüz okumamış insanları da sözleşmeyi okumaya teşvik etti. Bu durum gösteriyor ki hangi araçla ve ne şekilde olursa olsun en kötü tepkiyi en iyi tepkisizlikten iyi almak bu yüzyılda korumamız gereken bir tavır. Çünkü faydacı bir perspektifle yaklaştığımızda görüyoruz ki her türlü tepkinin ve eleştirinin aktif olarak hesaba katıldığı bu dinamik platformun kazandırdıkları kaybettirdiklerinden daha çok.

İstanbul Sözleşmesi gerek değindiği hassas içerik gerek ise yarattığı beklenen ve beklenmeyen ayrılıklar sebebiyle bir süre daha tartışılacak gibi. Bu yazıyı yazmamdaki amaç bu tartışma ve benzeri tartışmalardan daha verimli sonuçlar alabileceğimize olan inancım. Yapmamız gereken böyle hassas konularda içeriği doğru anlamaya ve sunmaya çok daha fazla çaba göstermek, ikinci elden sunuşlara her zaman kuşkuyla yaklaşmak ve tepki gösterebileceğimiz mekanizmaları doğru ve etkili kullanmak. Bu sayede bu tür tartışmalarda büyük bir zaman ve efor tasarrufu yapabiliriz.

Bunları da sevebilirsiniz