Batı’nın Sevr Rüyası Sonlanırken Sevr Kâbusundan 30 Ağustos’la Uyanmak

Türkiye’yi mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz.“

LORD KITCHENER1

„… uygar dünya bilmektedir ki,

Müttefiklerin savaş amaçları, her

şeyden önce ve zorunlu olarak…

Türklerin kanlı istibdadına düşmüş

halkların kurtarılmasını ve Avrupa

uygarlığına kesinlikle yabancı olan

Osmanlı imparatorluğunun Avrupa

dışına atılmasını içerir.“

İtilaf Devletlerinin açıklaması2

Bu eser [30 Ağustos zaferi], Türk

milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin

ölümsüz abidesidir. Bu eseri vücuda

getiren bir milletin evladı, bir ordunun

başkumandanı olduğumdan, ilelebet

mesut ve bahtiyarım.“

MUSTAFA KEMAL3

Birinci Dünya Savaşının sonunda galipler, yani İtilaf devletleri yenilen ülkelerle „barış“ anlaşmaları yaptılar. İlkönce savaşın galipleri ile Osmanlı devleti arasında 1918 yılının sonuna doğru Mondros Mütarekesi imzalandı, savaş sonunun ilk antlaşmasıydı. Osmanlı devleti teslim olarak savaşı bitirmiş oldu. Şartlar ağırdı. Çarpışmalar bitirilecekti ama o kadar değildi, Osmanlı ordusu lağvedilecek, silahları, mühimmatı ve araçları İtilaf devletlerine teslim edilecekti. Daha da vardı.

18 Ocak 1919 günü Paris Barış Konferansı açıldı. Bu gün, Alman İmparatorluğu’nun kuruluş yıldönümüydü. Katılımcılar, savaşı kazananlardı, yani İngiltere, Fransa, ABD, İtalya ve Japonya (aslında 32 devletin temsilcisi davetliydi ama varlıkları sembolikti). Esas gündem Türkiye’nin nasıl paylaşılacağı idi, kim nereyi sahiplenecekti. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında Ermeni ve Kürt devletlerinin kurulması olarak planlar ortaya döküldü.

18-26 Nisan 1920 tarihlerinde toplanan San Remo Konferansı’nda Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda uzlaşma arayışları yapıldı. Paylaşmanın haritaları çizildi. Alınan kararlar Mayıs ayında Osmanlı devletine bildirildi.

Tebligata Sadrazam Damat Ferit Paşa, şartları ağır bularak itiraz etti, şartların yumuşatılmasını istedi ama kabul edilmeyince padişah, „saltanatın da elden gideceği“ düşüncesiyle her şeye razı oldu.

Savaş öncesinde planlar yapılmış, savaş sırasında, yapılan planlar konusunda mutabakatlara varılmış, buna hizmet eden hepsi gizli ama belgeli ve resmi anlaşmalar, projeler düzenlenmişti. Çarlık Rusya’sının da içinde olduğu ve bildiği bütün gizli ve utanılacak planlar ve hesaplar, 1917’de devrim olur olmaz Sovyet devrimcileri tarafından dünyaya açıklanmış, ortalığa saçılmış, her yerde öğrenilmişti.

Bunlar

  • Mart 1915’te Fransa, İngiltere ve Rusya arasındaki „İstanbul“ anlaşması denen yazışmalar,
  • 26 Nisan 1915’te İngiltere, Fransa ve İtalya arasında Londra Antlaşması,
  • 1916’da İngiltere ve Fransa arasında Sykes-Picot Antlaşması, ve
  • 1917’de İngiltere, Fransa ve İtalya arasındaki St. Jean de Maurienne Antlaşmasıdır.

Bunların ışığında ve bunların sonucu olarak bir metin hazırlandı, 10 Ağustos 1920’de Paris’te Sevr Antlaşması Osmanlı temsilcilerine (başlarında Sadrazam Damat Ferit Paşa vardı) imzalattırıldı. 161 sayfalık antlaşma metni 433 maddeydi.

Ancak bu antlaşma Osmanlı devleti tarafından onaylanmadı, kabul edilmişti, geçerliydi, ama resmi prosedürden geçmemişti. Çünkü Meclis-i Mebusan, 18 Mart günü işgalci İngilizler tarafından basılmış, toplantılara engel olunmuş, mebusların önemli bir kısmı tutuklanmış, Padişah Vahdettin de 11 Nisan 1920 günü Meclisi dağıtmıştı. Devlet adına Sevr’i onaylayacak bir makam yoktu!

Ancak Sevr, Ankara hükümeti hariç her yerde yürürlükteydi.

Ankara devrimci hükümeti, Sevr üzerine görüşmeyi dahi kabul etmiyor, Sevr’i tanımıyordu.

Sevr ne belirlemişti? Anadolu’daki bütün „etnik“ gruplara ve azınlıklara yol açılacak, devletlerinin kurulması sağlanacaktı. Haritalar hazırdı. Boğazların yönetimi emperyalistlerin kuracağı bir komisyona bırakılmıştı. Osmanlı‘ya Anadolu’da bir toprak ayrılmış, 3 milyonla sınırlandırılmış nüfus birkaç eyalet olarak tasarlanmıştı. Denize sadece Karadeniz’den açılıyor, doğu Akdeniz’de en uzun sınırlara sahip olan ülke Akdeniz’den koparılıyordu. Ancak bütün topraklarının parçalanması ve paylaşılması yetmemiş, devletin parası, bütçesi,

Orta Anadolu’dan ibaret olan beyaz bölüm Osmanlı „İmparatorluğu“ olacaktı! Renkli ve diğer beyaz alanlar „paylaşılan“ ve yeni kurulan devletlerin yerleriydi. (Osmanlı Türkçesi olarak hazırlanan bu haritanın aslı, Sevr Antlaşması belgesinin içindedir.)

yönetiminin İtilaf devletlerinin de kendileri tarafından belirleneceği kayıt altına alınmıştı. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bu beylik gibi bölgeye devlet de denemezdi.

Osmanlı devletiyle yapılan Sevr’den başka barış antlaşmaları da vardır.

MAĞLUPLARLA YAPILAN „BARIŞ“ ANTLAŞMALARI!

BU ANTLAŞMALAR NE KADAR BARIŞ?

Almanya ile barış antlaşması: Versailles

28 Haziran1919’da Versailles Sarayının Aynalı Salonunda imzalanan antlaşma 440 maddeydi. Almanya toprak kaybediyor, sınırlarında asker bulunduramıyor, silahsızlandırılıyor, silah ve savaş aracı üretmesi yasaklanıyor, sömürgeleri İtilaf devletlerine ve başka ülkelere devrediliyor, ve bunların yanında ödenmesi mümkün olmayan ölçüde büyük bir savaş tazminatına mahkum ediliyordu.

Avusturya ile barış antlaşması: St. Germain

10 Eylül 1919’da St. Germain-en-Laye’da imzalandı. 381 maddeydi. Avusturya toprakları parçalanıyor, dağıtılıyordu, ülke 580 bin kilometre kareden 84 bin kilometre kareye indiriliyordu. Ordu lağvediliyor ve ödenmesi imkansız bir tazminat miktarı belirleniyordu. Ayrıca Almanya ile hiç bir zaman birleşemeyecekti.

Bulgaristan ile barış antlaşması; Neuily

Fransa’da Neuilly-sur-Seine’de imzalanan antlaşma 296 maddeydi. Toprak kaybı yanında Ege Denizi sahilinden de uzaklaştırılmıştı. Diğerleriyle aynı şekilde ordusu kısıtlanmıştı, sadece 25 bin askeri olabilecekti. Deniz ve hava kuvvetleri de bulunmayacaktı. Tazminatı, 2 milyar 250 milyon altın Franktı. Ama 37 yıllık vadeye yayılmıştı.

Macaristan ile barış antlaşması: Trianon

364 maddelik antlaşma Paris’in Versailles bölgesindeki Trianon Sarayında 4 Haziran 1920’de imzalandı. Topraklarının büyük bir kısmını komşularına bırakmak zorundaydı, yüzölçümü 330 bin kilometre kareden 90 bine inmişti. Her şeyini, bütün varlığını kaybediyordu. 35 bin kişi dışında ordusu olmayacak, deniz ve hava kuvvetleri İtilafçılara teslim edilecekti. Ayrıca gene tazminat da ödeyecekti.

Barış Antlaşmalarının Akıbeti:

Bu antlaşmaların hiç biri elli yıl sonraya kalmadı. Hatta bırakın elli yılı hiç biri on yıl bile dayanmadı. Çünkü bunların hiç biri daha başından barış yapabilecek ve barışı sürdürebilecek özelliklerde değildi. İsyan ettiriciydi. Antlaşmanın muhatabı olan hiç bir ülke antlaşmasını kabul etmemişti. Mecbur kalmak başka bir şey ama antlaşmalara razı olunmamıştı.

MONDROS’A DAYANAN VE ONUN DEVAMI OLAN SEVR

Birinci Dünya Savaşını diğer İttifak güçleriyle birlikte kaybettiği varsayılan Türkiye’ye geldiğimizde tarihin seyri şöyle:

1918 yılın ekim ayının 30. günü Mondros Mütarekesi (mütareke, „Ateşkes Antlaşması“ demektir, silah bırakışmasıdır) imzalandı. Buna göre, Osmanlı devleti ordusunu dağıtacak, silahlarını İtilaf devletlerine teslim edecekti. Ancak Anadolu’daki ordular lağvedilmedi, silahları ve malzemesi teslim edilmedi. Dahası, bütün bunlar, bir sonraki dönemde istilacı ve işgalcilere karşı kullanılmak üzere, saklandı, yerleri değiştirildi, gizlendi, kaçırıldı ve kullanıma hazır tutuldu. İstanbul hükümetinin ve Padişahlığın kabul ettiği ve uyacağını bildirdiği şartları başta Mustafa Kemal Paşa ve diğer doğudaki komutanlar ağır ve hatta saçma bulmuşlar ve uymamayı kararlaştırmışlardı. Böylece Mondros Mütarekesi, imzalanmasının hemen sonrasında fiili olarak geçersizleşti. Daha ilan edilmesiyle çiğnenmeye başlamış, fiilen tanınmamıştı. İlk harekete geçen Mustafa Kemal Paşa olacaktı! Emrindeki ve çevresindeki subaylara ve ulaşabildiği her yere emirlere itaat etmemelerini, birliklerini dağıtmamalarını, silahları ve araçları teslim etmemelerini, ve hatta, her ordunun her şeyini başka ve gizli yerlere nakletmelerini emretti. Mustafa Kemal’in bu uygulamalarıyla işgalci emperyalist ülkelere karşı direniş başlamış olmuştu!

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki bütün örgütlenen ve savaşan Müdafaa-yı Hukuk dernekleriyle silahlı çeteleri birleştirme, topyekün mücadeleye başlamasıyla Devrim Rusya’sı da Kurtuluş Savaşımıza destek verdi, yardımlarda bulundu. Aynı emperyalist düşmanlara karşı savaşıyorduk. Yan yana olmaktan daha doğal ne olabirdi?

Ümitsiz Mondros’u gülünç Sevr takip edecekti.

10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr imzalandı. O günlerde Ankara’da Mustafa Kemal önderliğinde Millet Meclisi kurulmuş, Meclis hükümeti de çoktan Kurtuluş Savaşını örgütlemeye ve güçleri birleştirmeye girişmişti, önemli başarılar kazanmaya başlamıştı. Ordularımız hazırlanıyordu.

Sevr?

Sevr’in gizli bir anlamı da vardı, hiç sözü edilmeyen ve tarihten gelen bir anlam. Sevr aslında Türklerden alınan intikamdı. Haçlı Seferlerinden başlatılan Türk düşmanlığı, Osmanlı devletinin kuruluşundan sonraki üç yüzyıl devam eden Türk korkusu, Avrupalılarda büyük bir hınca ve nefrete dönüşmüştü. Bunun son ve en etkili şekli Sevr olmuştu. Avrupa, yüzyıllar boyu kaygılar içinde kalmış ve Türk saplantısı yaşamıştı, Sevr ile bu ödetilmek isteniyordu.

Sevr, şartlarıyla bir barış antlaşması değildir, Birinci Dünya Savaşı sonunda hazırlanan en ağır şartları olan bir anlaşma taslağı da değildir, Sevr bir antlaşma da değildir, Sevr sadece dayatmadır. Sevr, Avrupalıların Türkler ve Türklük karşıtı bir antlaşma hazırlığı, Türk düşmanı bir belgedir.

Bu yüzden Sevr’in Birinci Dünya Savaşı sonunda yapılan diğer barış antlaşmalarından farkı vardı. Bütün antlaşmaların şartları ağırdı, sınırlar değiştiriliyor, herkes toprak kaybediyor, perişan oluyorlar, bazı ülkeler küçülüyor, ama Osmanlı devleti dışında hiç bir ülke işgal edilmiyor, bu derece paylaşılmıyor, tamamen parçalanıp tarihten silinmeye çalışılmıyor ve hiç bir devlet ve toplum yok edilme durumunda olmuyordu.

İŞLER TERSİNE DÖNÜNCE, PLANLAR BOZULUNCA…

Birinci ve İkinci İnönü çatışmalarında (zaferle sonuçlanmalar, 11 Ocak ve 1 Nisan) Yunan güçlerinin geriletilmesi çok önemli bir gelişmeydi. Sakarya‘da 23 Ağustos ile 13 Eylül 1921 tarihleri arasında yürütülen savaş ise Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktası oldu. Bu kazanılan zaferle, Kuvay-ı Milliye’ye yeniden güven geldiği gibi, savaştığımız düşman cephesinde de bir kriz yaşandı. Yunan ordusu yenilginin yükünü üstünden atamadı. Üstelik destekleyen İtilaf devletlerinin de umutları kırılmaya başladı. Aynı yıl 20 Ekimde TBMM hükümetiyle Fransa ile yapılan Ankara İtilafnamesi (görüşerek anlaşma, uyuşma demektir) ile Fransa saldırgan cepheden Türkiye tarafına geçti. Türkiye ile olan bu anlaşma, düşman kampın çözülmesiydi. Arkasından İtalya da Türklere karşı savaştan ayrılacaktı (zaten İtalya, Yunan ordusu İzmir’e çıktıktan sonra yaptığı kıyımlar, saldırganlıklar, rezaletler yüzünden İtilaf devletlerinin Türkiye planına katıldığına utanmış, pişman olmuştu).

Ankara hükümeti düşman cephedeki bu çözülmeden ustaca yararlandı, İtilaf’ın saldırganlık gücü olmaktan ayrılan bu iki devletten silah bile aldı.

30 Ağustos 1922 Büyük Taarruz’un zafer günüdür, ve o gün milli bir bayramımız olmuştur. Sevr’in imzalanması ile Kurtuluş Savaşımızın sonuçlanmasının iki yıl arayla aynı aya denk gelmesi tarihin bir cilvesi gibidir, ama bu aynı aya denk gelişin bir tarih dersi olarak düşünülmesi gereken bir tarafı da var, hayat yapacağını yapmıştır. Sanki tarih, kendini bilmez saldırganlığa „öyle yaparsan böyle olur“ demektedir. Bu, „Sevr’in kaçınılmaz sonu, 30 Ağustos’tur“ anlamına gelmektedir.

Gerçekten de Kurtuluş Savaşının zaferle sonuçlanması üzerine Sevr herkesçe geçersiz sayıldı.

Sömürgeci ve emperyalist Avrupalı 30 Ağustos’ta ezilen dünyanın şamarını yemişti.

Osmanlı Barışı“ olan Sevr yok olurken, Osmanlı devleti de tarihe karışacak, Osmanlı Barışı yerine ortaya çıkan „Türkiye Cumhuriyeti Barışı“, kalıcı bir barışı yaratırken, aynı zamanda ezilen dünyada milli bir devletin, emperyalizmi dize getirerek kurulan ilk milli devletin kuruluşu oluyordu.

MUDANYA’YA DAYANAN VE ONUN DEVAMI OLAN LOZAN

11 Ekim 1922, İtilaf devletlerinin Türklere karşı yürüttükleri savaşı kazanamayacaklarını anlamaları üzerine imzaladıkları Mudanya Mütarekesinin tarihidir. Buna göre, işgalci güçler çekilecekti. Ama Mudanya’daki imzaların anlamı, „Kemalistlerin zaferleri, başarıları ve baskısı altında İtilaf devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti‘ne teslim olması“ demekti.

4 Kasım 1922’de işgal altındaki İstanbul resmen TBMM hükümetine geçti.

İtilaf devletleri tarafından „kendilerine yenilmiş ama Yunanistan’ı yenmiş bir ülke“ olarak görülmek istenen Türkiye, 30 Ağustos sonrasında sarıldığı ilkeleri ve izlediği diplomasiyle kendisini onlara her bakımdan kabul ettirdi. Onların kendisini kendilerine eşit görmesini istiyordu ve bunu dayattı. Ve başarıldı.

20 Kasım’da artık Türkiye’yle baş edilemez olan sonuç belli olduğu için Lozan Konferansı açıldı. Türkiye 30 Ağustos’la galipleri masaya oturtmuştu.

Burada Türkiye Cumhuriyeti’nin temsilcisi olarak İsmet Paşa, „ben Mondros’tan değil, Mudanya’da geliyorum“ diyerek Türklerin özgüvenini sergilemiştir. Yenilgiden dolayı değil, zaferim yüzünden karşınızdayım tavrıyla mesajını açıkça vermiştir, üstünlük Türkiye‘dedir.

30 Ağustos Mudanya’ya, Mudanya Lozan’a yol açmıştır. Bunu bilmeleri gerekiyordu. Biliyorlardı, ama anlamazlıktan geliyorlardı. Anlatıldı!

24 Temmuz 1923’te Lozan’da kazanılan diplomatik zafer ise, 30 Ağustos askeri başarısı üzerinde yükselmiştir.

Bu bakımdan Lozan da büyük bir anlam taşıyordu. Avrupalıların itiraf etmek istemedikleri ama önemi dünya çapında olan bir anlam. Üstün Avrupalı, „uygarlığın“, sömürgelelerin ve dünyanın sahibi Avrupalı, ilk defa dünyaya karşı yenilmiş olduğunun imzasını atıyordu. Yenilgisini kabul ediyordu.

Sömürgeci ve emperyalist Avrupalı Lozan’da ilk defa ezilen milletlere karşı yenilgisini tescil ettiriyordu.

Barış antlaşmaları“ yenenlerin barışının antlaşmalarıdır, çünkü bu antlaşmalar yenilenlerin boyun eğmesinin imzaladıklarıdır. İmzaları attıranlar yenenlerdir.

Mudanya ve Lozan’da Avrupalılara biz imza attırdık.

30 AĞUSTOS: AVRUPALI ARTIK TARİHİ YAZMAYACAK, YAZAMAYACAK

Konuya biraz yukarıdan kuşbakışı ve geniş olarak bakacak olursak, savaş sonunda imzalanan barış antlaşmalarından hiç birisi barış getirmemiştir ve uzun süre dayanamamıştır. Antlaşmalar barışı sağlayamamıştır ve imzalanmalarından sonra yirmi yıl geçmeden yeni, daha büyük ve insanlık tarihinin hiç görmediği ölçülerde bir savaş daha yaşanmıştır. Barış antlaşmalarının ezilmek istenen Avrupalı muhatapları savaşlarını „barış“ta yeni bir savaşa hazırlanarak sürdürmüşler, daha kapsamlı, daha tehlikeli, daha acı sonuçları olan bir savaşa neden olmuşlardır.

Dikkati çeken ve önemli olan, Türkiye için geçerli olması tasarlanan Sevr’in bunların ilk uygulanamayanı olmasıdır. Sevr, ilan edildiği tarihte bile savaşı durduramadığı gibi, daha ilan edildiği tarihte geçersizleşen bir anlaşmadır. Neden böyle olmuştur? Muhatap Türkiye‘ye galiplerin dayattığı şartlar ölçüsüz ve kabul edilemez olduğu, Türkleri milli devletlerine kavuşmalarını engellemek istediği için. Mantıksızca düşünmüşlerdir, kötülük yapmaktan kendilerini alamamışlardır, olmayacak bir şeyin arkasından gitmişlerdir. Türklere yöneltilen şartların daha hazırlık sürecindeyken, kendi aralarında hiç gerçekleşemeyecek olduğunu düşünen ve söyleyenler vardı. Şartların ağırlığını ve acımasızlığı yanlış buluyorlardı. Mümkün değil diyorlardı, olmaz diyorlardı, yanlış diyorlardı, uygulananaz diyorlardı. Çok konu edilmiştir. Nitekim haklı çıkmışlardır. Sevr uygulanamadığı bir yana, bu saçma ısrar, yenilgilerine ve rezil olmalarına da yol açmıştır. Galiplerin hırsları ve intikamcılıkları, gemlenemez öfkeleri hakim olmuş, dayatmalardan vazgeçilmemiştir.

Kördüler, iki adım önlerini göremiyorlardı.

İşte 30 Ağustos’un önemi buradadır.

Ağustos ayı, hem Sevr’in ve hem de Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasının yıldönümüdür, bu ağustosta bir hatırladık, ikisini birden andık, ama ikisini birden anmanın mutluluğunu da yaşadık.

Osmanlı yönetimi Mondros Ateşkesini kabul ederek Sevr’e razı olmuştur; yeni Türk devletinin yöneticileri ise cephelerde kazanarak Mudanya Ateşkesi‘ni yapmış ve Lozan’a kazanan olarak gitmiştir!

Sevr, Avrupalıların hayalcilikleriydi, yanılmışlardı, ama Avrupalıların Sevr hayalcilikleri sona erdi mi sanmalıyız?

Mudanya’ya ve Lozan’a imza attıkları günlerden beri geceleri rüyalarında Sevr’i görüyor olmalılar.

30 Ağustos nedir? Emperyalist dünya için yıkım ve felaket, mazlumlar dünyası için sevinç ve umuttur. 1922’nin 30 Ağustos günü, o gün zaferdi, ama 30 Ağustos, sadece o savaşı kazanmak ve o günü kurtarmak değildi, ülkemizin ve dünyanın geleceğini aydınlatmak ve kurmak demekti.

NOTLAR

1 Bu sözler Lord Kitchener’in İngiltere Savaş Bakanı olduğu dönemde, 1914’te söylenmiştir; akt. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi – 1838’den 1995’e, Birinci Kitap, İstanbul Matbaası, İstanbul 1974, 33.

2 ABD Başkanı Wilson’un isteği üzerine 10 Ocak 1917’de yapılan açıklama; akt. Avcıoğlu, aynı eser, s. 34.

3 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Devlet Basımevi, İstanbul 1938, s. 485.

Bunları da sevebilirsiniz