Öze Dönmek, İlerleme ve Çeviri

Öze dönmek, artık çok fazla yerde konuşuluyor. Öze dönüş kavramı ve çabaları; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik kavramlarına benziyor. Çok farklı yorumlar var, çok farklı yaklaşımlar. Herkes kendini farklı gördüğü için kendisine başka bir özü mü yakıştırıyor yoksa hem özne hem nesne olabilen kültür, aslında bir tane ama biz onu istediğimiz yere mi çekiştiriyoruz? Ayasofya tartışmaları bu soruyu bir kez daha gündeme getirdi: Ayasofya türlü türlü işlevsel formlara büründü, sırasıyla Ortodoks kilisesi, Katolik kilisesi, cami, müze ve tekrar cami. Bu formların hepsini savunan insanlar Ayasofya’nın özüne dönmesi gerektiğini düşünüyor. Burada bir soru doğuyor: Ayasofya’nın birden fazla mı özü var, yoksa Ayasofya’nın özü tek ama herkes kendi olması istediği şekli, öz diye mi sunuyor? Tabi hiçbir zaman bir özü olmadığını da söylemek mümkün, neden olmasın? Yazının konusu Ayasofya değil zaten. Yazının konusu, öz. Öze dönmek ne demek? Böyle bir şey var mı? Varsa bile mümkün m? Öze dönmek istemek muhafazakârlık mıdır? Asıl amacım, son soruya hayır cevabını verebilmek.

Ayasofya tartışmaları bana Türkçe ile ilgili tartışmaları, hatta kavgaları hatırlattı. Türkçe ile ilgili fikir ayrılıkları da böyle olmuyor mu? Bir öze dönüş tartışması var ama öz nerede başlıyor nerede bitiyor buna bir türlü karar veremiyoruz. İşin dilbilimsel tarafı var orası ayrı, fakat siyasi ve dahası coğrafi bir kavga da var. 600 yıl kullanılmış bir Osmanlıca da öz sayılıyor bazen, yazılı tarihi en az 1300 senelik Eski Türkçe de. 1300 seneden de eski aslında bu dil, en azından dilbilim böyle diyor. Prof. Dr. Doğan Aksan, Orhun ve Yenisey yazıtlarındaki kelime ve anlatım zenginliğine bakarak bu dilin çok daha önceleri ortaya çıktığını ve geliştiğini söylüyor. İlk Türkçe, Ön Türkçe ya da Ana Türkçe denen, ayrıntılarını bilmediğimiz ama varlığına ve kadimliğine aşağı yukarı emin oluğumuz bu dil, elimizdeki en eski Türkçe gibi duruyor. Öz öyleyse Ana Türkçe, batılı ifadesiyle Proto-Türkçe mi? Böyle olmalı diye düşünüyor insan. Ne var ki her zaman, en baştan değil bir başka yerden ve ortadan başlatan oluyor bu çizgiyi. Kafa karıştırıcı bir durum. Latin alfabesine geçilmesinden ve daha da önemlisi Dil Devrimi yapılmasından rahatsız olanlar uzun süre “özden kopmuş olmayı” dert edinmişlerdi. Kopulan şey bir “öz” müydü gerçekten? Öyle değil gibi; öz denince insanın aklına daha saf ve katıksız bir kavram geliyor, birkaç dilin birleşimi ile oluşmuş bir dilin güzel olduğu düşünülebilir fakat “öz”e ait olduğu düşünülemez. Yine de düşünen çok sayıda insan var. Bu, artık işin siyasi kısmıyla ilgili. Dil gibi bir başka kültürel “öz” meselesi de kılık kıyafet olmuş.

Zamana, yüzyıllara yayılan bir ironimiz var. Osmanlı’yı “öz”ünden çıkarmaya çalışmakla suçlanan II. Mahmut’un fes reformu, diğer pek çok reformu gibi, kendi zamanında çok tepki çekmiş. Gelin görün ki II. Mahmut’un, bazı çevrelerce “öz”e aykırı olarak getirdiği düşünülen fes, daha sonra Atatürk’ün Şapka Devrimi’ne karşı gelenlerce bir direniş sembolüne dönüştürülmüş. Şapkaya karşı fes, fese karşı sarık savunuluyor. Kimin özü nerede, kimin özü hangisi? Özün savunulması veya öze dönülmesi ancak özün düzgünce tanımlanması ile yapılabilir. Kendimi hiçbir özü bilecek ve anlatacak bir yetkinlikte görmüyorum fakat bazı durumları göz önüne alarak özün neye benzeyebileceğini araştırmak mümkün olabilir.

Siyaset Bilimine Giriş, Politikaya Giriş, Siyaset 101 ve benzer isimdeki çoğu derste üç temel ideoloji anlatılır: Liberalizm, muhafazakârlık ve Marksizm/sosyalizm. Bunlara bazen feminizm ve çevrecilik gibi “yeni doğan ideolojiler” eklenir. Bazen kuramda gelişkin, pratikte diğerleri kadar etkisi olmadığı düşünülen anarşizm gibi ideolojiler ele alınır. Bazen Nazizm, faşizm gibi ideolojiler de olur ama bunların hepsi ya bu üç siyasi görüşle ilişkisi kapsamında anlatılır ya da zamana ve uzama bağlı ideolojiler olarak incelenir. Ama başta sayılan üç ideoloji asıl kadrodur. Bunlardan ikincisi olan muhafazakârlık ise gördüğüm kadarıyla insanların en zor anladığı ideolojidir. Nedeni basit: muhafazakârlık sürekli “eskiyi” isteyen, sürekli geçmişi arayan bir ideoloji olarak anlatılır ve birinci sınıfta siyaset konusunda ilk dersine giren insanlar neden sırf “geçmiş özlemi” için bir ideoloji oluştuğuna anlam veremezler. Derslerde anlatıldığı gibi her muhafazakârın böyle bir talebi olduğu ise bir şehir efsanesidir. 24 Ocak Kararları Türkiye’nin ekonomik sistemini baştan aşağı değiştirmişti örneğin ve buna imza atan siyasiler muhafazakâr olduklarını, hiç olmazsa muhafazakâr bir yanları olduğunu, açıkça beyan ediyorlardı. Dünyanın çoğu yerinde yüzlerce örneği sayılabilecek bir durum bu: Muhafazakârlar her zaman geçmişe bir özlem duymazlar; bir “öz” vurgusu vardır ama yukarıda bahsettiğimiz üzere bu “öz” genelde neye işaret ettiği çoğu zaman tam olarak bilinmeyen biraz müphem, biraz dumanlı bir kavramdır. Dışarıdan açık seçik belli değildir. Dolayısıyla, Türkiye’de “öze dönmek” denince duygusal fakat tam olarak belirli olmayan bir çaba anlaşılıyor. Yanlış bir algı olduğuna inanıyorum. “Öze dönmek”, ya da belki esprili haliyle “fabrika ayarlarına dönmek”, muhafazakâr değil son derece ilerlemeci ve atılgan bir ajandanın parçası olarak karşımıza çıkıyor. Bahsettiğim özellikle de kültürel “öz”. Kendi özünü aramak veya yaratmak gibi 19. yüzyılın ve belki 20. yüzyıl başlarında gördüğümüz inşa etkinlikleri değil burada söz konusu olan. Söz konusu olan, doğru yolda giderken bir an yanlış bir yola saptığını hisseden toplumların, toplulukların ve ulusların işleri rayına oturtma gayretidir. Bu gayret ülkelerin sorunlarına çözüm bulmak için geliştirilmiş bir şey fakat bugün şaşırtıcı olmayacak biçimde saldırı altında. “Öz”ü hakkında en ufak bir şey söyleyen toplumlara, buna kendi toplumumuz da dahil, hemen itirazlar geliyor: “Öz dediğin yapay bir şey, kim inanır bunlara?” diyenlerden tutun, kendi özünü ve tarihini gayet iyi bulmuş, yazmış ve şekillendirmiş olan coğrafyalardan “biz ettik siz etmeyin” biçimindeki ikna çabalarına kadar. İtirazların inandırıcılığı tartışılır. Nereden geldiğini bilmek istemek, nereye gideceğine karar vermek isteyen toplumlar için bir gereklilik ise; “öze dönmek” bir ileri atılma çabası olarak yorumlanmalı. Başta kulağa ters geliyor; bir yere “dönmek”, ileri atılmanın dinamosu nasıl olabilir? Fakat burada dönüş, aslında olaylara başka bir yönden bakabilme yeteneği kazanma sürecine denk düşüyor.

Bunu bana ilk düşündüren şey, Dağarcık Türkiye ile başladığım ve sonra başka şekillerde de devam ettirdiğim çeviri uğraşı oldu. Lisenin başından itibaren İngilizce eğitim görmenin verdiği bir etkiyle uluslararası literatür her zaman bana ve beraber okuduğum insanlara açık oldu fakat ana dilimizi kullanmakta ve farklı biçemlerle, sözcüklerle yazmak konusunda kimi zaman geri kaldık. Çeviri, insana anadilinin sınırlarını tanıtıyor önce. Tam o sınırlara alışacakken, anlıyorsunuz ki sınırları olan ana dil değil, sizsiniz. Ana dilimi bildiğim kadar düşünebildiğimi fark etmek çok büyük bir şok, ardından da panik yarattı. Ne var ki insan bunun yavaş yavaş geliştirebileceği bir beceri olduğunu fark edince, panik yerini çalışma azmine bırakıyor. Nelerde öze dönülmesi gerektiğini bilmiyorum, dil konusunda özün ne olduğunu da bilmiyorum fakat bildiğim şey her haliyle Türkçenin çok güçlü bir dil olduğu. Daha çok genç bir yaşımda Türkçeyle ikinci kez tanıştığımı hissediyorum. Belki daha önce olması gerekiyordu, belki erken bile oldu. Bu ikinci tanışma sayesinde, Dil Devrimi ve Türkçe araştırmaları gözümde çok daha farklı bir anlam kazanıyor. Eskiden anlam veremediğim bazı dil hassasiyetleri şimdi makul geliyor, hatta bir fikirle yeni tanışmanın verdiği cesaretle daha da mı hassas olmalı diye düşünüyorum. Yine de her koşulda, çevirinin bana kattıklarını ve belki başkalarına da katabileceklerini yazmak istedim. Kelimelerle ve cümlelerle oynamak ama bunu belirli kurallar çerçevesinde yapmak (bir başka insanın düşünce ve yazınına sadık kalmak gibi acımasız bir kuralın da olduğu bir çerçeve bu üstelik) insana hem bir disiplin hem de bir yaratıcılık katıyor. Yazarların kullandığı kelimelerin gelişigüzel seçilmediğini, bir cümle kurmanın göründüğünden çok daha zor olduğunu ve anlamın sadece bir mantık değil aynı zamanda bir estetik meselesi olduğunu anlamak, bana Türkçeyi tekrar tanıttı. Kendimi şanslı hissediyorum, daha gidecek çok yolum var.

Bunları da sevebilirsiniz