Dil: Doğuştan mı, Sonradan mı?

Dilin ne kadar karmaşık bir iletişim aracı olduğunu dili kullanırken fark etmiyoruz. Konuşmak, eğer dil becerimizi etkileyen bir rahatsızlığımız yoksa hepimizin 6-7 yaşından beri üzerinde pek de düşünmeye gerek duymadan öylece yapıverdiğimiz basit bir eylem. Peki, gerçekten böyle mi acaba? Görünenin ardına bakmak için kafamızı uzattığımızda olağanüstü derecede karmaşık bir matematiksel mekanizmayla karşılaşıyoruz.

Dilbilim literatürüne 1950’lerden beri hâkim olan en büyük tartışmalardan biri, dil becerisini ortaya çıkaran bilişsel yazılımın, kurallar bütününün ne kadarının doğuştan geldiğiydi. Konuya yabancı olan okurlar için ilk bakışta, dilin doğuştan gelmediği apaçık bir hakikat gibidir. Hiçbir insan yavrusu bir dili konuşarak ve anlayarak doğmaz. Bir çocuğun ilk anlamlı sözcüğünden itibaren konuşmayı öğrenmesi ve söylediklerimizi anlamaya başlaması öylece gözümüzün önünde, yavaş yavaş gerçekleşen apaçık bir süreçtir. Dilin doğuştan olmadığını görmek için başkaca delile ihtiyacımız var mı? Aslında işin biraz derinine indiğimizde, apaçık gerçekler buharlaşıyor, avucumuzun içinden kayıp gitmeye başlıyor.

Bizim dışımızdaki hayvanların farklı iletişim biçimleri olsa da bildiğimiz anlamda dilin yalnızca insan türüne özgü bir beceri olduğunu biliyoruz. İnsanlar içinde doğup büyüyen bazı primat türlerine (şempanze, goril gibi) çok uzun yıllar süren çalışmalar sonucu insan dilinin bazı unsurları, işaretler ve jestler olarak öğretilebilmiştir. Ancak bunlar çok kısıtlı becerilerdir. Öyleyse insana özgü biyolojik farklar olduğunu, dolayısıyla dil becerisinin biyolojik/kalıtsal bir boyutu olduğunu düşünmek için sağlam gerekçelerimiz var. Peki dil doğuştan mı gelir? Dil bir içgüdü müdür? Bir “dil geni” var mıdır?

Dil geni efsanesi: FOXP2

Öncelikle, dil gibi çok karmaşık ve birçok bilişsel becerinin bir arada işlemesini gerektiren bir fenomen için tek bir genin belirleyici olduğunu söylemek mümkün değil. Üstelik dil bozukluklarına yol açan nörolojik sorunlar incelendiğinde, bu bozukluklara tek başına neden olan bir gen de tespit edilebilmiş değildir. İngiltere’de 1980’lerin sonunda üyelerinin yaklaşık yarısında aynı konuşma bozukluğu olan bir aile tespit edildi. Literatürde “KE ailesi” olarak adlandırılan bu akraba grubunda söz konusu bozukluğa neden olan bir genetik mutasyon tespit edildi. Araştırmalar sonucunda genetik dizilimde FOXP2 adı verilen bir protein türünde bozulma olduğu görüldü. O tarihten itibaren popüler bilim haberciliğinde FOXP2 geni “dil geni” olarak adlandırıldı. Ancak daha sonra yapılan araştırmalar bu genin tek başına dil becerisinden sorumlu olmadığını ortaya koydu. FOXP2 geni akciğer kaslarının gelişimi, yüz ve ağız kaslarının kullanımı gibi başka özelliklerin yanında ve onlardan daha da önemli olmak üzere, bireyin bilişsel gelişimi üzerinde de etkiliydi. Bilimsel bulguları yüzeysel biçimde ele alıp kısa yoldan sonuca ulaşmayı seven medya, uzun yıllardır bu geni dil geni hatta gramer geni olarak adlandırsa da gerçekte böyle olmadığını bilmekte yarar var. FOXP2’nin dil üzerindeki etkisi muhtemelen beyin gelişimiyle ilgili ve biliş dediğimiz olağanüstü derecede karmaşık yapının gelişiminde daha birçok başka genin etkisi var. Dilin diğer genlerden yalıtılmış tekil bir geni olmadığını bildiğimize göre, bu sıradışı becerimize kaynaklık eden etkenleri nerede arayabiliriz?

Evrensel Gramer ve “Uyaranın Yetersizliği” argümanı

Amerikalı dilbilimci ve filozof Noam Chomsky’nin 1960’larda ortaya attığı Evrensel Gramer kuramına göre dünya üzerindeki tüm gramerlerin uyduğu belli başlı ortak ilke ve parametreler vardır. Tüm diller bu ilke ve parametreler üzerine kuruludur ve bunlar doğuştan gelir. İnsan beyninin bu ilkeleri kalıtsal olarak taşıması gerektiğini öne sürer. Bu kuram ilk ortaya atıldığından beri önemli değişiklikler geçirmiş olsa da dilbilim çalışmaları içinde hâlâ önemli yer tutuyor.

Chomsky’nin kuramına temel teşkil eden önemli bir argüman, 1980’de ortaya attığı Uyaranın Yetersizliği (Poverty of Stimulus) argümanıdır. Platon’un Problemi olarak adlandırdığı bu argümana göre insanın dil öğrenme sürecinde ailesinden ve çevresinden maruz kaldığı dilsel uyaranlar, yani öğrenimine açık olan dilsel bilgi bir dilin karmaşık kurallarını öğrenip ondan sonsuz sayıda kurallı ve hatasız cümle üretmek için yetersizdir. Gerçekten de sağlıklı bir iletişim ortamında yetişen 3-4 yaşındaki çocukların kurmaya başladığı cümlelerin zenginliği ve çeşitliliği hepimizi birçok kez hayrete düşürmüştür. Buradan hareketle Chomsky, insan beyninde gelişim sürecinde maruz kaldığı az sayıdaki dil verisini alıp bunlardan yepyeni, daha önce yeterince duymadığı cümle yapıları üretebilmesini sağlayan bir Dil Edinim Aygıtı olduğunu ileri sürer. Dil Edinim Aygıtı, insana özgü soyut bir organdır ve kalıtsal olarak aktarılır. İnsan gelişim sürecinde hangi dile maruz kalırsa kalsın, bu aygıtın sahip olduğu belli başlı bilişsel ilkelere göre dili öğrenmeye ve kullanmaya başlar. Evrensel Gramer de bu organın işleyiş ilkelerinin bir ürünüdür.

Chomsky’nin inşa ettiği bu kuramsal çerçeve, dilin insan türüne özgü doğuştan gelen bir beceri olduğu iddiasının temelini oluşturur. Ona göre dil, insanın diğer primatlardan ayrıştığı süreçte rastlantısal bir mutasyon sonucu ortaya çıkmış evrimsel bir beceridir. Bu yüzden bu becerinin daha ilkel formlarını doğada gözlemleyemiyoruz. Değişim primat atalarımızdan itibaren süreklilik içinde değil, homo sapiens türüne özgü olarak ortaya çıkmıştır.

Chomsky’nin 1960’larda ortaya attığı bu büyük kuramsal yenilik, taraftarlarıyla birlikte eleştirmenlerini de beraberinde getirdi. Chomsky’nin genetik sıçrama iddiasına karşılık bir başka dilbilimci ve psikolog Steven Pinker, Evrensel Gramer yaklaşımını reddetmese de bunun evrimsel süreçte diğer bilişsel becerilerin gelişimiyle birlikte bir süreklilik içinde ortaya çıktığını savunur. Evet, dil becerisi için özelleşmiş bilişsel nitelikleri doğuştan taşıyoruz ancak bunlar primat atalarımızdan beri süregelen karmaşık bir doğal seçilim sürecinin sonucudur, der.

Chomsky’nin geliştirdiği yaklaşıma karşı başka görüşler de ortaya atıldı. Michael Tomasello ve Elizabeth Bates, dil becerisini ortaya çıkaran özelleşmiş bilişsel işlevlerin olmadığını, dilin primatların işbirliğine dönük davranışlarının gelişmiş bir sonucu olduğunu savundu. Tomasello’ya göre dil, insan türünün işbirliğine diğer akrabalarından daha yatkın olması nedeniyle gelişmiştir. İnsanlar arasındaki işbirliğine yönelik baskı, iletişim becerilerini jest ve işaretlerden bir üst düzeye taşıyıp karşılıklı sesli iletişimi ve yavaş yavaş bugünkü anlamıyla dili oluşturmuştur. Dolayısıyla dil becerisi aslında eski davranışlarımızın yeni bir ürünüdür. Elizabeth Bates’in ünlü deyişiyle dil “eski parçalardan oluşan yeni bir makine”dir (aktaran Tomasello). İnsanın kalıtsal olarak devraldığı da bir Dil Edinim Aygıtı değil, türümüze has son derece gelişkin bir işbirliği biçimini mümkün kılan bir beyne sahip olmamızdır. İnsan yavruları ile şempanze yavrularının gelişim sürecinde işbirliğine yönelik davranışlarının ne oranda birbirine benzediği ve hangi gelişim sürecinde farklılaştığına ilişkin deney ve araştırmalar, işbirliği ve evrimsel süreklilik iddialarını destekler niteliktedir.

Peki dil becerisinin ne kadarı doğuştan gelir, ne kadarı sonradan edinilir? Yetişkin bir bireyle küçük bir çocuğun dil edinimi becerilerinin farklı olmasının nedenleri nelerdir? Gelişim sürecinde beyinde meydana gelen hangi değişimler dil edinimini kolaylaştırıyor ve zorlaştırıyor? Sonraki yazıda bu sorulara vermeye çalışacağım yanıtlarla dilin biyolojik doğasını biraz daha görünür kılmaya çalışacağım.

Yararlanılan kaynaklar:

Elman, J. L. (1999). The emergence of language: A conspiracy theory. The emergence of language, 1-27.

MacAndrew, A. (2007). FOXP2 and the Evolution of Language. Molecular Biology, www. evolutionpages. com/FOXP2_language.htm.

Tomasello, M. (2017). İnsan iletişiminin Kökenleri. İstanbul: Metis Bilim.

Bunları da sevebilirsiniz